Dünya Mimarlık Elçisi; Suha Özkan

Türkiye mimarlığı kadar, azgelişmiş ülkelerin de mimarlığına katlı sağlamayı hayatının merkezine koyan Profesör Dr. Suha Özkan, uluslararası bir çok platformda görev almış, dünya mimarlığının buluşmasına vesile olmuş önemli bir isimdir. Mimarlık dünyasının ilk akla gelen isimlerinden birisi olduğu kadar, mimarlık elçisidir.

Türkiye mimarlığı kadar, azgelişmiş ülkelerin de mimarlığına katlı sağlamayı hayatının merkezine koyan Profesör Dr. Suha Özkan, uluslararası bir çok platformda görev almış, dünya mimarlığının buluşmasına vesile olmuş önemli bir isimdir. Mimarlık dünyasının ilk akla gelen isimlerinden birisi olduğu kadar, mimarlık elçisidir.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi olarak görev yaptıktan sonra, Fakülte Dekanlığı, Rektör Yardımcılığı gibi bir çok idari görev yürütmüştür. Adaletli, hoşgörülü ve insanları kucaklayan zeki bir mizacı olduğu için Ağa Han Mimarlık Ödülleri Merkezi gibi bir kurumda Ağa Han ile 25 yıl çalışmıştır. O dönemde bir çok ülkenin bu ödüllere dahil edilmesini sağlamış, Türkiye’den bir çok ismi ön plana çıkararak, uluslararası platformlarda tanınmalarının önünü açmıştır. Kendi karakteri ile paralel sayılabilecek bir kurum kuran Özkan, çalışma hayatını World Architecture Community'nin Kurucu Başkanı olarak sürdürmektedir. Ayrıca Amerika Mimarlık Enstitüsü’nün yegâne Türk Onursal Üyesi kimliği taşır. Türk Dil Kurumu’nda mimarlık terminolojisi üzerinde çalışmalar yapmıştır. “Design” kelimesine Türkçe bir karşılık bulmak üzerine çalışmalar yapmış ve “tasar” kelimesinin doğmasına vesile olmuştur. Zaman içerisinde tasarım olarak hayat bulmuş ve 1974 yılında da TDK Sözlüğü’nde yerini almıştır.

UIA tarafından düzenlenen Dünya Mimarlık Kongresi’nin 2005 yılında İstanbul’da gerçekleşmesine ön ayak olmuştur. Türkiye’de gerçekleşen en büyük kongrelerden birisi olarak tarihe geçen bu kongrede, Kongre Vadisi 8000 kişiye yakın katılımcı sayısı ile, farklı uluslardan mimarlara ev sahipliği yapmıştır. O döneme kadar ki hiç bir kongrede bir araya gelmemiş “star mimar”ları İstanbul’da bir araya getirerek, katılımcı sayısının rekor rakamlara çıkmasına vesile olmuştur. Tadao Ando, Zaha Hadid, Charles Correa, Shigeru Ban, Peter Eisenman, Odil Decq gibi isimlerin kongrede konferans vermeleri için ikna ederek bir mimarlık şölenine ev sahipliği yapılmasını sağlamıştır. , Zorlu Center’dan, Kartal Dönüşüm projesine kadar mimarlığa ve kente değen önemli projelerin içinde rol almıştır. Türk mimarlarının uluslararası tanınırlıkları adına Rizzoli gibi bir yayın evi ile EAA Emre Arolat Architects, Tabanlıoğlu Mimarlık’ın buluşmasına ortam hazırlamış ve kitapların editörlüğünü yapmıştır.

Biz de dünya mimarlığı ile ülkemiz arasına köprü kuran Suha Özkan’la bir araya gelerek, mimarlık dünyasının önemli çehrelerinden birisi olmayı nasıl başardığını, mimarlığa nasıl başladığını, uluslararası ağını nasıl kurduğunu, Ağa Han’daki görevinin ona neler kattığını, gecekondulaşma, yönettiği yarışmaları sorduk.

Mimarlığa ilginiz ne zaman başladı?
Geçenlerde bir yerde anlattım, aslında ben mimarlığın ne olduğunu bilmiyordum. Yani ODTÜ’yü kazandıktan sonra bilgilenmeye başladım. Açıkçası yeteneğimin olup olmadığına da bilmiyordum. Çünkü benim okulda resimlerimi ablam yapardı. Çok koruyucu bir ablaydı. Hiçbir şeyden sıkıntı çekmemi istemeyecek kadar korumacıydı. Dolayısıyla doğru dürüst resim bile yapmaya şansım olmadı diyebilirim. Ama mimarlığı kazandıktan sonra Ankara’da ordu evinde bir düğünde, -Ankara’nın en önemli kültür yeri orasıydı-, orkestrada çalıyordu ya da çalmıyordu tam bilmiyorum ama orada bir teğmenle karşılaştık. Biz mimar olacağız biliyor musun, dedik. “Gel bakalım, o zaman seni bir sınayalım” dedi. Oradan iki tane top kuru pasta aldı. İki tane de çubuk aldı, hadi bakalım bundan bir komposizyon yapın dedi. Tepsiyi verdi. Herkes böyle çöp adam, kaş göz, yüzde işareti yapmaya çalıştı. Ben de iki tane kuru pastayı sağ üst köşeye bir tane çubuğu da şöyle alta çizdim falan “hah, asimetrik denge müthiş! Sen iyi mimar olursun...” dedi. Ondan sonra bana bir öz güven geldi.

ODTÜ yıllarınızdan söz edebilir misiniz?
Biz Bauhaus eğitimi aldık ODTÜ’de, Bauhaus’dan Peter Behrens’in öğrencisi olan Temel Tasarım hocamız Fritz Jeneba idi. Bize kesinlikle temel tasarımın içinde önemli bir şekilde resim kabiliyetinin olmasının gerekmediğini öğrettti. Tasarım, mimarlık, sanat, çalışma disiplini, tasarım etiği konularında, herşeye kendi kimliğini kişiliğini yansıtmak gibi yüzlerce modern akımın etik değerlerini bir yıl içinde öğretti. Birden bire anlamadığım bir şekilde çok başarılı oldum. Notlarım A’nın altına düşmedi. Okul içerisindeki bütün yarışmaları da kazandım. Üçüncü sınıfa geldiğimizde birden bire bu “archigram” fenomenini gördük.

Archigram’a olan ilginiz nasıl başladı peki?
Archigram’a olan ilgim ciddi şekilde solcu olmamdan kaynaklı sanırım. Ben ve bir kaç arkadaşım kendimizi adadığımız mimarlık mesleği ile toplumcu düşüncenin bir araya geleceği bir çözüm aramaktaydık. 1965 yılında Design Quarterly diye bir dergi vardı. ODTÜ’nün kütüphanesine geliyordu. Derginin kapağında Archigram’ı görünce, diğer kaynaklarda Metabolist’leri izleyince incelemeye başladım. Master projeme kadar endüstri ötesi toplum’un mimarlığını sol söylemin içerisinde gördüm ve o doğrultuda projeler tasarladım. Archigram’ı izleyen tasarımları Ankara Ulus’ta kullandım. Hocalarım bilmedikleri dışavurumlarla önemsemeseler, hatta alay etseler de, ODTÜ’nün “tasarımda önemli olan, varsayımlarla ürün arasındaki iç tutarlılıktır” düsturu notlarımın A’nın altına düşmemesine neden oldu. Hep iyi notlar aldım, genç hocalarımızdan Yıldırım Yavuz ve rahmetli Eşber Yula bana hep destek oldular, jürilerde kartal gibi, dövmesinler diye arkamızda dururlardı. Ondan sonra 1967’de mezun oldum bir süre çalıştım. O zaman mimarlık manualbir iş olduğu için insan para kazanıyordu. İş bulmak da para kazanmak da sorun değildi.

Akademisyen olmaya sonra mı karar verdiniz?
Onu da anlatacağım. 1967 ile 1969 yılları arasında iki yıl çalıştım, ummadığım kadar çok para kazandım.

Ne tür işler yaptınız?
Genellikle uygulama çizimleri yapıyordum. Yani mimarlar metre kare usulü işleri alıyor. O zaman ne plotter var ne computer aided design var. Dolayısıyla her şey doğrudan doğruya elle çiziliyordu. O elle çizilen çizimler üzerinden para kazandım. Yani çok büyük bir para değildi belki ama iyi paraydı. Sonra o parayla ne yapayım, ne yapayım dedim. Bari gidip kendimi okutayım dedim. Archigram çerçevesinde Peter Cook’a yazdım. Sonra AA (Architectural Association School of Architecture)’ye gittim. Bir de burs bulmuştum sonra AA’de okuyup döndüm. Fakat AA’ye gitmeden önce 1969 yılında Ahmet Gülgönen bölüm başkanıydı. Daha sonrasında Türkiye’yi toptan terk etti. O bana “kardeşim, senin bu özel büro işi yürümez. Yarın öbür gün devrim olur kapatırlar, sen en iyisi üniversiteye gel” deyince, çok hoş bir şekilde ikna edildim. Ne devrim oldu, ne de herhangi bir şey! Doğrusu bana da akademik kariyer cazip geldi.

Demek ki sizin de bu isteğiniz varmış?
Evet evet… 1969 yılında Raci Bademli ile birlikte girdik sonra bazı olaylar olunca kaldık. Esas hadisenin en ciddi olduğu zamanlar ben Londra’daydım. 1969’un sonuyla 1971 arasında…

ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi yayınlama fikri nasıl oluştu?
Olay akademik ortamda gelişince, çok iyi insanlar vardı orada, yani hala varlar ama o zaman hepsi ihraç oldular. Mesela Mete Turan, Okan Üstünkök vardı. O insanlarla oturup toplandığımızda önce akademik çıktının kalitesini saptamamız lazım diye düşünerek hareket ettik. Çünkü herkes çok hacıbaba yazı yazıyordu. Yazılanların ne bir kurgusu, ne mesajı, ne tezi, ne antitezi ne de bir sentezi vardı. Onun üzerine Harvard’ın yazım standartlarını alıp ona göre imlayı ve kurguyu koyan bir dergi çıkardık. ODTÜ Mimarlık Fakültesi dergisi böylece yayınlanmaya başlandı.

Bu derginin kurucusu siz misiniz?
Bu derginin kurucusu büyük bir oranda benim. Fakat orada koyduğumuz akademik standartlara bir çok kişi uyamadı. Önce dekanlarımız uymadı, onların yazıları bizim tarafından reddedince küplere bindiler. Ama bizim neyin peşinde olduğumuzu ve beklentimizi anladılar. O dergi hala akademik terfi için geçerli ve Türkiye’deki ender dergiler arasında yeralıyor. O dergiyi çıkarmak için bir şekilde okul politikasında etkin olmak gerekliydi. Dekanın önerisiyle ismim ODTÜ Yayın Kurulu’na yazıldı. ODTÜ Yayın Kurulu’nda iki yıl çalıştıktan sonra, beni yayın kurulu başkanı yaptılar.

Mesela matematikçilerin makaleleri için üniversitenin para ödemesi gerekiyordu. Herkes buna itiraz ederken, ben de hayır diye onlara karşı çıkarak, onun kuralı oysa öyle olacak diye diretiyordum. Mimarlara fotoğraf ya da çizim için telif ücreti ödenmez diye bir fikir vardı, onun da aşılmasını sağladım. Yani buna benzer bir yığın sorun vardı. Sonunda Yayın Kurulu Başkanı olunca, 1975 yılında bu dergiyi gündeme getirdim. Dergi hakikaten bütün ellerde gelişti, bütün dekanlar sahip çıktı. Bende bu arada bu beceriler nedeniyle idari basamaklarda ilerledim.

İdari olarak hangi görevleri aldınız?
Önce Dekan Yardımcısı oldum, sonra Öğretim Üyeleri Derneği’nde Başkan Yardımcılığı ve sonra da Başkanlık yaptım. 1978’de de Rektör Yardımcısı oldum. İki yıl 80 devrimi öncesinde, iki yıl da sonrasında yaptım. Bütün ilkem öncelikle öğrencilerle diyalog olduğu için bu dört yıl içerisinde hiç kimsenin burnu bile kanamadı. Tutuklananlar çok oldu ama Mamak’daki tutuk evine ilk giden ben oldum. Paşalar da pek anlamadı bu işi… Ama daha sonra ayrılırken bana, “biz burada genç birinin fark yaratacağını biliyorduk” dediler. Ben onlara siz gelmeyin ODTÜ’ye demiştim. Yani siz gelmeyin, burada yasadışı ne varsa ben çözeyim önerisinde bulunmuştum. Bu kadar basitti aslında... Onlar da “okul önemli değil, ideoloji önemli değil ama bizim de çoluğumuz çucuğumuz var, bizim de yüreğimiz ağzımızda” diyerek bir nevi destek oldular.

Uluslararası ağınız nasıl örülmeye başladı peki?
Bu olaylar sürerken, Rektör Mehmet Kıcıman, Atatürk’ün 100’üncü yılı için 1981 yılında mimarlığa olan katkılarından dolayı bir mimarlık projesi ile kalıcı bir belge de üreterek kutlamamızı, bu projeyi de benim yürütmemi istedi. O geliştirdiğimiz proje şimdi sık sık yapılan bir şeydir. Eski gravürlerdeki görüntüleri şimdiki fotoğraf tekniği ile üst üste koymak, yani bir bakıma bizim Cemal Emden’in Galata Kulesi’nden yaptığı resim gibi… Onu bir proje olarak geliştirdik. Yani o zaman Sayıştay yoktu Rektör Yardımcısı olarak benim elimde olanaklar vardı.

Ben bu projeyi öncelikle dışarıda sergileyelim diye uğraşırken Ağa Han Yöneticisi Sanat Tarihçi Renata Holod “onu boş ver, onun bir yaratıcılığı yok, sen gel Çağdaş Türk Mimarları’nı sergile” dedi. Talat Halman o zaman New York’taki kültür ataşemiz. Talat Bey o zaman çok sert çıktı, Çağdaş Türk Mimarları yerine Mimar Sinan üzerine bir çalışma yapmamız için ısrar etti. Renatta da bilinen kişilerden ziyade, genç, yeni ve taze düşüncülere yer vermeyi ön koşul olarak koydu.

O çerçeve de, Selçuk Batur, Atilla Yücel, Afife Batur, Mete Tapan, Yıldız Sey, Yıldırım Yavuz, Atilla Yücel, İlhan Tekeli, rahmetli Üstün Alsaç’tan ve benden oluşan bir ekip kurduk. Bu etkinlik büyük bir başarılı ile gerçekleşti. Seminer sonrasında MIT Dekanı William Porter ve Renata bana Ağa Han yöneticiliğini önerdiler.

O dönemde yünetimlerinde Oleg Grabar’ın seçtiği tarihçi Said Zulficar vardı. Kendisine inançla temellenen bir mimarlık olamayacağını, kurumun başında bir yönetici varken de o işe etik olarak talip olamayacağımı belirttim. Said’in modern mimarlıkla ilgisi olmadığı gibi, yeni yapılardan da hiç hoşlanmıyordu. Düşüncelerimi yönetim kurulu ile paylaşmam için beni davet ettiler. Ve UNESCO uzman kimliği çıkardı. Onun üzerine bana genel sekreter vekili ünvanı verdiler. 1982’den 1984 yılına kadar iki yıl sadece dünyayı gezdim, başka hiçbir şey yapmadım. Hayatımın belki de en yoğun ve keyifli iki yılıydı.

Ağa Han’dan sonra şu anda ne yaptığınızı öğrenebilir miyiz?
25 sene aktif olarak, İsviçre gibi bir ortamda yaşamak bana çok şey getirdi. Yani çok çok olağanüstü sıkı insan ilişkileri, bilmediğim dünyalarda dostuklar ve bir ağ zaten beni başına geçirdiklerinde bir iletişim ağı kurmam bekleniyordu. Benim o zaman da ilişkilerim vardı onları geliştirerek Filipinler’den Fas’a kadar hatta Amerika’ya Kaliforniya kadar giden bir ilişkiler düzenine sahiptim. Döndükten sonra düşündüm ki bunlar sadece adres değil, adresi herkes bilir, bunlar ilişki ve bu ilişkileri canlı tutmak gerekir. Onun üzerine 2005’te Dünya Mimarlar Kongresi’nin başkanlığı da gelince birkaç bin kişi de bu vesile ile eklendi. Bunların hepsini yapısal olarak bir araya getirelim diye bunlardan ordu kurdum. 2008 yılında işlemeye başladı.

World Architecture Community’yi kurdunuz, amacınız tam olarak neydi? 9 yıldır bir birlik gibi çalışan, ticari kaygıları olmadan ve eşit yaklaşımları ile hala herkesi çatısının altına toplayan bir yapısı var.
Evet, reklam, kredi kartı kaydı, anne kızlık soyadı olmayan herkesi kucaklayan bu yapı içine, herkesin kendi dilediği projeyi koyma özgürlüğü var. Yani bir yarışmaya girip haksızlık gördüğünü düşünüyorsa veya bir çalışması var yaymak istiyorsa www.worldarchitecture.org içinde yayınlayabilir.

7’den 70’e değilse bile, 17 den 90’a hitap eden bir grup, hiçbir katılma kuralı ve şartı yok. World Architecture Community şu an dünyanın bu anlamdaki ilk 5 sitesi arasında yer alıyor. Maalesef Türkiye’de ne olduğunu bilen çok az insan var.

Sizin temel amacınız, Türkiye’deki bilinirliğinden ziyade, dünya genelinde bilinirliğinin olması değil miydi?
Aynen öyle, sonuçta başarılı oldu. Kendi enerjisiyle döner hale geldi. Şu anda editörlüğünü yaptığımız tek şey ahlak dışı şeyleri ve kişisel savaşların oraya girmemesidir. Kimse birbirine hakaret etmesin, başka bir şey yapmasın onun dışında hiçbir şekilde eleme yok. Bunun dışında bizden çok daha büyük olanların arkalarında büyük yapı endüstrileri ve çok büyük reklam kampanyaları var vs… Bizim bu şekilde tümüyle kendi imkanlarımızla geldiğimiz önemli bir yerimiz oldu.

Ticari bir araca dönüştürmeyi düşünmüyor musunuz?
Düşünmek değil böyle bir şey yapmak zorundayız, zaten öyle bir duruma geldik. Ama bunu nasıl onurlu bir şekilde yaparız, üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Bizim için en iyi yol sponsorluk sanırım. Ama o sponsorluğun da bu oluşum içinde yerini bilmesi gerekir.

Teknoji ile ile ilişkiniz nasıl?
Ben hep üstün teknoloji kuruluna, geleceğe bakan mimarlara daha yakın oldum. Öğrenci yıllarımdan da belli çünkü çok basit bir şey. Mesela bir otomobili alın metrekaresini koyun, bir inşaattın metre karesiyle aynı fiyattadır. Bir otomobil dört metre kare yer sarf ediyorsa ve 40 bin lira ise metre karesi de 5 bin dolar. Peki “niye biz o hassaslıkta bina yapmayalım varsayımıyla çıkan bir şeydir. Bir de bu çevreci olayların içinde çok ciddi samimiyetsizlikler izliyorum. O yüzden hiçbir zaman bu olayları ciddi bir şekilde savunmadım. Yani bir rüzgar türübününün elektrik üreterek kendini amorte etmesi yakın zamana kadar 24-25 yıldı şimdi, 14-15 yıla düştü. Ama fotovoltaik paneller hiçbir zaman 17 yıldan önce kendi içine konulan enerjiyi geri amortize etmiyor. Dolayısıyla enerjiyi önceden harcıyorsanız bu çevrecilik değildir. Bu yüzden bir takım mimarlık ideolojilerine çok yakın durmadım. Ama yeşil, samimi vs. olan enerji yöntemlerini hep kucaklamaya çalıştım. Hatta bu projelerden bir tanesi de benim okuldan arkadaşım Ken Yeang’in projesidir. Onun promosyonu için çok çalıştım. Ama kendim bir şey yapmadığım, bir ürün vermediğim için ellerim serbestti yani bir mimarlık eleştirmeninin özgürlüğü içinde hareket ettim.

Proje üretimini yapmamayı tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Çok basit bir şekilde olanak olmadı.

Olanak olmamış olmasından ziyade bu sizin tercihiniz galiba!
Hayır, yok olanak olmadı ben bir tasarım bürosu açmak için 1971’de üniversitenin gideceği yeri gördüğümde kredi için başvurdum. Ancak banka bana kredi vermedi, o bankanın bu gün yanından bile geçmiyorum. Halbuki şimdi öyle değil, bütün bankalar para satıyor. O zaman kredi almak çok zordu kimsede kefil olmadı. Dolayısıyla üniversite bir şekilde güvenli ve güvenceli bir yer olarak kaldı. Zaman içinde çok sevdim tabi, çok sevdim… Çünkü Ağa Han örgütüne gelmeden önce 1971-1981 yılları arasında on yıl içerisinde dünyayı gezdim. Yani o kadar çok olanak vardı ki… Amerika’yı Güney Amerika’yı, Uzak Doğu’yu… Zaten Ağa Han örgütüne girdiğimde de bunlar bir varlıktı. Adam ağ olarak dünyayı biliyor diye algılandı. Ama bu üniversitenin temelinde ODTÜ’nün bir şeyi yani ben ODTÜ’nün yarattığı bir yaratığım…

Sanırım bu benim gibi bir çok kişinin de merak ettiği bir soruydu…
Yani bir şekilde olmadı işte… Özlem olarak kalmadı desem yalan olur…

Ben hâlâ bunun tamamen kendi seçiminiz olduğunu düşünüyorum. O kadar uzun bir süre mutlaka elinize bir imkân geçmiştir. Geçmemiş olması mümkün değil. Çünkü sizin dünyada ismini bildiğimiz bir çok mimarlık ofisine proje atmosferi, platformu hazırladığınızı biliyoruz. Böyle bir nokta da, illa ki birisinin içerisinde tasarım anlamında var olabilirdiniz. Yani bunu seçmemiş olmanız, adaletli kişiliğinizle çok örtüşüyor.
Hem hakim, hem savcı olamıyorsunuz. O süreçler içerisinde belli mesafelerde kalmak gerekiyor. Benim yaptığım işleri Türkiye’de şöyle bir düşünürseniz Kartal’dan Zorlu’ya kadar, Özyeğin Üniversitesi, İstanbul Modern yani kirlenmemek mümkün değil… Çok dikkatli olmak gerekiyor…

Peki Ağa Han’la ilişkiniz nasıldı?
Çok şey öğrendim. Asaleti görebilirsiniz onda… Mesela biz 25 yıl birlikte çalıştık, hiç bir şeye pahalı demedi. Bir şey yapacağım dediğimde bana dönüp ben senin bütçeni onayladım. Paranı böyle mi harcamak istiyorsun diye sadece bana bir tür sorumluluk duygusu aşıladı. O zaman iki kere düşünürdüm. Bir takım projeler gelirdi. Ucuz, ekonomik bakmazdı. Toplantılarda “bana iyi haberler gelir, bana kötü haberleri verin” derdi. Hiçbir zaman reklamla kendini poh pohlamaktan hoşlanmayan bir adamdı. Yer yer böyle yaptığımız olaylar da müthiş espirisi vardı. Bir gün bir sunuş yaptım, sonra böyle omuzuma vurup, propagandadan şu kadar uzaksın dedi. Çok önemli bir uyarıydı çünkü; biz biliyoruz ki propaganda en kötü PR olayıdır. Bunu söyleyebilen biriydi. Bu ödül mekanizmasını ve sistemlerini çok iyi korudu. Mesela hiçbir zaman kararlarını tartışmaya açtırmadı. Çok zor durumlarda özellikle 1986 yılında epey zor bir dönemde, yani Ağa Han Ödülü iyice folklorik olmaya başlamıştı. O ortamda yaptığı jüri koruması çok çok önemliydi. Şöyle şeyler çok oldu mesela, hakkı olan yani 500 bin dolarlık bir ödül için 3,5 – 4 milyon dolar harcardı. O ortamda bana mesela şunu bunu yap dediğinde benim aklıma yatmamışsa çok beyefendi bir şekilde, tabi bunu yönetim kuruluna getirip tartışalım dediğimde anlıyordu. Yani sen yönetim kurulunu kurmuşsun niye bana emir veriyorsun demiyordu. Anlatabiliyor muyum? O özellikte çok saygılı bir insandı…

Ağa Han mimarlıkla neden bu kadar ilgili?
Bir tanesi sanırım mimar olmak istemiş yani bir sevgi duymuş. İkincisi: İslami bir lider, onun içinden çıkıp kendine bir kültürel profil aramayı düşünüyor. Bunların hiç birini duymuş değilim, bunlar benim kendi yorumum öyle düşünüyorum. Şimdi İslam’da resim sınırlı, heykel sınırlı, hatta neredeyse yasak, sinema çok zor, tiyatro yok denecek kadar az, edebiyatı ele almak için araya dil sokmak lazım yani tercüme katagorileri gelecek vs… Mimarlık soyut yani kendi dili var, yani o dil içinde bağlantı kuruyorsun, herkes aynı dili kullanıyor. Çevreyi anlamak zor değil. Misyonun da biz müslüman topluluklarında, ülkeyi değil bazı topluluklarda, çevrevi sağlıklaştırmak için biz mimarlığa görev veriyoruz. Önceliği mimarlığa veriyoruz onun için mimarlık ödülü. Zaman içerisinde yani benim katıldığım ilk günden itibaren mesela ödülün içerisindeki müslüman lafı çıkarıldı.

Anılarınızı yazmayı düşünüyor musunuz?
Şu anda kartpostallar şeklinde, daha çok hümanist olayları toparlıyorum. Yayınlayabilir miyim? Açıkçası bilmiyorum çünkü benim sözleşmemde var mı, yok mu sormam lazım. Fakat aramızda şöyle bir şey düşündük. Benimle birlikte üst yönetimde bulunmuş Hasan Bey var. Notlarımızı birbirimize bırakacağız, kim ölürse öbürü yayınlayacak. İşin şaka kısmı tabi…Yani ilgi uyandırır mı bilmiyorum ama tabi yazmakta yarar var.

Bence uyandırır çünkü bir döneme damgasını vuran bir çok mimarın ve döneminde içerisinde yer aldığı hikayeler var. Çeyrek asırdan bahsediyorsunuz çok önemli bir zaman dilimi…
Bodrum’daki kütüphanem, işte orası bana her gün 8-10 saat bir konsantrasyon imkanı sağlayacak yer olacak.

Hazır sözü açılmışken kütüphane fikriniz nasıl oluştu?
Ben 1993’e kadar bir hayat sürdüm, 1993’ten sonra da Yasemin Aysan’la birlikte bir hayat sürdüm. Yasemin de doğrudan doğruya gelişimci ve felaket sorunları üzerine çalışan biri. Ciddi bir kitap koleksiyonumuz oldu. Büyük bir kısmı bize armağan edilen, diğer büyük bir kısmı çok teknik kitaplar olduğu için almak zorunda olduğumuz, bir kısmı da böyle merak dolayısıyla topladığımız eski kitaplar. Çok önemli kitaplardı, mesela sadece Türk Anadolu kentleri üzerine vs, önce Ağa Han’dan sonra ODTÜ’den emekli olup arkaya dönüp baktığımızda 20-30 bin kitaptan başka hiçbir şeyimiz yok. Yani iki tane çocuk var, sağlıklı kendi bildiklerini yapıyorlar ondan sonra başka bir şey yok.

Bodrum’a da yerleşmeye karar verdiğimizde, o karar da benim, Yasemin’e bu konu da çok teşekkür etmek lazım. Zira çok asil davrandı, “sen nerede isen ben de oradayım” dedi. Bodrum’a yerleştiğimizde bir mandalin damı aradım, eskiden vardı. Böyle 8 metreye 30-40 metre büyüklüğünde kışın içerisinde mandalinleri sandıklarla saklarlardı falan, şimdi kalmamış. Bunun üzerine emlakçı bir ev var dedi. Belki daha da iyi olabilir dedi. Gittik baktık, belli bir para istediler bende de o kadar para yoktu. Ama bulabileceğim bir miktar vardı. O arada ev sahipleri iki kardeş, Ankara Koleji’nden mezun, ikisi de bürokraside iyi yerlere gelmiş insanlar, anlaşılan paraya da ihtiyaçları var, ortaklığı da bozmak istiyorlar. Ev de uzun süre boş kalmış, biraz dökülüyor. Benim çok sevdiğim bir öğrencimle de tesadüfen çok samimiler, hani kanka derler ya öyle.. Ona sordular, ya senin hocan bizim evi istiyormuş diye. O da diyor ki, ya ne istiyorsa verin, zaten kötü bir şey yapmaz madem orada sizin anılarınız var. Hakkaten hiç tartışmadan benim söylediğim fiyata geldiler.

Sonra düşündük, taşındık, Bodrum kentinin orada yaşamamız mümkün değil. Bir kere manzarası yok, bir de gerçekten sanayiye yakınlaşmış, biraz erimekte olan bir şehir vs. O yüzden bir kütüphane yapalım dedik. Bodrum’un saygın mimarlarından, Ahmet İğdirligil ile Anıtlar Kurulu’na götürdük, yapacağız. Restorasyon bitmiş durumda, şimdi benim esas beklediğim şey mimarlık camiasından insanların gelmesi ve burayı kullanması. Mimarlar Odası çok heyecanlandı, o zaman gelip toplantılarınızı burada yapın dedim. İki tane toplantı salonu niteliğinde yer, dört tane büyük oda var. Günde on saat, haftanın yedi günü bir kütüphane olmasını sağlamam finansal olarak da çok zor. Dolayısıyla bir ya da iki kişi temizliğini, bakımını, güvenliğini yapacak. Bir de randevu ile gelinmesini istiyorum. İlgilenen insanlar var. Dil-Tarih’deki kütüphanecilik bölümünden şimdi sanırım gizli belge yönetimi olmuş. Onun mezunlarından Bodrum’da birini bulursak öyle gireceğiz.

Kütüphanenizde önemli koleksiyonlar var mı?
Şimdi şöyle iki tane şey var bunlar bence önemli… Mimar Vedat’ın bütün çizimleri bende, 1740’lardan falan, bunları zaten Mimarlık Müzesi’nde segiliyoruz. Pelin Derviş onları almamıza ön ayak oldu.

Bir de 1974 yılında Bodrum’da, o zaman Turgut Reis değildi adı Karatoprak’tı, Karatoprak, Karabağ ve Akçaalan Köyleri’nde mimarlık antropolijisi, -dünyada da ilk olabilir- çalışması yaptık. Colombia Üniversitesi o belgelerin orijinalinin bende olmasını kabul etti. Şu anda yolda olabilir, onlar da gelecek. Yani işin içerisinde iki tane özgün koleksiyon var. Mimarlık kitapları var, bir de yani ilginç olan belirli bir dönemin kitapları var. Onları zamanla evlere götürebiliriz. Ben bir de çağrı yapmak istiyorum, sevdiğim mimarlara yollayın kitaplarınızı buraya diye… Mimarlık konusunda bir şey öğrenmek isteyenlerin odak noktası olsun istiyorum. Yani herhangi sıradan bir kütüphane gibi değil… Bunun bir benzer örneği Türkiye’de vardır bundan eminim de yine de burası ender alanında uzmanlaşmış kütüphanelerden biri olacak.

Türkiye’de şu anda yarışmalarla yapılan işleri ya da yarışmaların düzenlenmesini nasıl görüyorsunuz, nasıl buluyorsunuz?
Şimdi Türkiye’de yarışma deyince ulusal ortamdaki yarışmaların kuralları çok bellidir. Bana gelen işverenler bunun dışında çözüm arayanlar. Yani ilk başında nedeni değil ama önemli dinamiklerinden biri Kadir Topbaş’ın Kartal ve Küçükçekmece yarışmalarını sen düzenle demesi. Ben orada açıkçası Hüseyin Kaptan’la da görüştükten sonra iki alt merkez oluşturursak üçüncü ve dördüncü köprüye gerek kalmaz ben de tarihe geçerim diye geldim. Fakat onların yönetimi sırasında Türkiye’de öyle bir kültür olmadığı için çok yalnız kaldım. Bir kere Türk mimar, Türk olmayan mimar diye bir kavram çıktı, ben böyle bir şeye inanmıyorum. Şimdi bunu eleştiren kişiler televizyonda oturuyorlar, Cüneyt Özdemir de var, telefon ettim beni bağlamadılar. Dedim ki oradaki yanınızda oturan beş kişiden üçü rahatsızlanınca Washington’a gidiyor. Yani onlardan bir tanesi oradan daha yeni geldi. Sorsanıza dedim niye tıbbın Türk’ü yabancısı olmuyor da mimarların oluyor. Benim oraya öneri yaptığım kişiler arasında Massimiliano Fuksas ve Zaha Hadid vardı. Türkiye’de kim onların kalitesinde, kim onlarla yarışacak kalitede? Niye Türk mimarların Türk oldukları için bir önceliği olsun. Anlatabiliyor muyum? Böyle bir fırsatı kaçırdık.

Ondan sonra Zorlu Yarışması geldi. Zorlu Yarışması, bize çok çok iyi bir örnek oldu. Bir kere Ahmet Bey kesinlikle elimizi kolumuzu bağlamadı. Altı projeyle gittik, olur mu 12 yapın, 14 yapın dedi. Proje başına 150 bin dolar ödedik. Yarışma sonuçlarını söylemeden yayınlatıyorsun. Ahmet Bey bunların olmasına müsaade etti. Sonuç olarak World Architecture Comminity’i açıkçası oradan aldığımız kaynaklarla kurduk ve bir standart saptadık. Saptadım demiyorum, çünkü benimle çalışan insanlar da var.

Son yıllarda sizin de katkınızın olduğu kitaplar uluslararası yayınevleri tarafından çıkartılıyor. Sizin katkınız nasıl oluyor?
Kitapların öncül örneği Zorlu Center’ın kitap çalışmasıdır. Mimarlık ve sanat alanının dünyadaki en önemli yayınevlerinden biri olan Rizzoli tarafından Philip Jodidio ve benim kalemimden “A Vision in Architecture: Projects for the Istanbul Zorlu Center” kitabını propaganda olmadığına kanaat getirerek hazırladılar. Daha sonra yine Philip Jodidio ve benim editörlüğümde, Emre Arolat Mimarlık tarafından son dönemde üretilen çalışmaları içeren, EAA Emre Arolat Architects Context & Plurality adlı kitap yayımlandı. İlk olarak New York’ta satışa çıktı. Kitap, Amerika ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada satışa sunulmaya başlandı. Bu kitabın ardından da “Tabanlioglu Architects: Transparency and Modernity” yayınlandı.

Olayın içerisine başkalarını da katarak bir şekilde monogram ama propaganda kokmamasını sağlayarak, ilk defa Türk mimarlarının eriştikleri nokta, sadece mimarların değil iş verenlerin de, yatırımcıların da uluslararası bir ortamda görücüye çıktığı yayınlar oluştu… Bu beni en mutlu eden misyonlardan biridir. Gerçekten ileride eğer anılacaksam, ilk defa biri Türk mimarlığını uluslararası görücüye çıkardı diye anılırım... Onun sonuçlarını da tarih yazacak.

Ağa Han’da çalıştığınız dönemde de bu çabanız görülüyor aslında. Türk mimarları dünya üzerinde tanınır statüye getirebilmek için ciddi öz verili çalışmalar gerçekleştiriyorsunuz. Sizce bu Türkiye’den nasıl görülüyor?
Türkiye’den, aynen senin söylediğin gibi görülüyor. O kadar büyük bir kesim müteşekkir ki… Yalnız bilinmeyen şu ben bu işi Bangladeş, Mısır, Fas için de yaptım. İnsanları gündeme çıkardım, bunları Ağa Han’nın Master jürilerine getirdim, projelerini belgelettim, sergilerine gidip, konferanslarla onurlandırdım. Özellikle Bangladeş’deki ve Hindistan’daki mimarların sevgisi sonsuzdur. Pakistan benim olduğum senelerde biraz gerilerdeydi. Onları ön plana çıkardım.

Bunu Türkler için de yaptım, Türkler için yaparken en dikkat ettiğim olay, seçeceğim insanın sorgulanmamasıydı. Bu çok önemli bir şey çünkü; yönetim kurulunda benden önce normal süreçte bir tek Doğan Kuban vardı. O düzeyde temsil edilecek kişilerin çok iyi seçilmesi gerekiyordu. Ben de Doğan Tekeli, Doğan Hasol gibi insanları dikkatle o ortama alarak Türkiye’nin o düzeyde sunulmasını sağlıyordum.

Yönetim kurulunda bana diyorlardı ki: “O şansı başka birine ver sen zaten varsın”. Fakat master jüri kararı etkiliyor, dolayısıyla da master jüride bir Türk’ün olması şart. Yani İslam dünyasında 100 bin mimar varsa, bunun 35 bini Türkiye’dedir. Arka çıktım fakat bir çok ülkeye de arka çıktım. Mesela Orta Asya’yı Ağa Han programına alan benim. Sovyet zamanından 1988’den itibaren yani orada kurduğum alt yapı olağanüstüdür. Bunun içerisinde mesela çocuklara okul bulmak, evlerine video recorder götürmek gibi bir görgü olayı da yoktu. Şunu isteriz diyorlar bir şey yapamıyorsunuz. Yani Sovyet sistemiyle uyumlu videoyu Cenevre’de bulup sırtlayıp götürmek kolay iş değil… Ama işte Özbekistan’ı, Kazakistan’ı öyle açtık. Bunları uluslararası mimarlar birliği çerçevesinde de kucakladık. Bir tür Professional Enginering olayıdır.

Bugüne geri dönersek, devam eden kentsel dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok yanlış buluyorum! Çünkü o yasa 2007-2008 yılında taslak halindeyken de okudum. Böyle bir şey olmaz, tepeden inme ve yatırımcıya öncelik veren bir anlayış. Halbuki kentsel dönüşüm olayı kendi içerisinde fermente edilmesi gereken bir konu. Küçük apartman, küçük mahalle grupları oluşturulması, onların beklentilerini gerçekleştirebilecek yapı normlarının, haklarının belirlenmesi ve sonra onların mimarlık master plan konusunda advise verecek kişileri belediyeler sağlayıp içeriden oluşturması lazım. İçerisinde kazan kazan olması gerekir. Sen evini yapacaksın kazanacaksın, evin sağlıklı olacak belediye kazanacak, müteahhit bunun içinden kâr elde edecek o da kazanacak. Fakat burada böyle değil… Özellikle Tarlabaşı’nda insanlara, senin 70 metrekare evin var, tamam biz sana ev yapacağız ama 35 metrekare yerin olacak. E ne olacak peki diğer 35 metrekareyi ya satın alacaksın, ya da biz seninkini satın alacağız. Doğrudan doğruya insanlar eriyor ki orada mülkiyet de çok sınırlıdır. Birçok kişi göçmüş gitmiş, zaten bütün mesele o görünmeyen hakları ele geçirmek için yapılan çok saygı değer bir proje değil. Bir de kat veriyorlar, kat verdikten sonra zaten orada kentsel ortam iyice deforme olmuş. Sonra öbür taraftaki Haliç kenarındaki yerlerdekini de 3 yıl satamazsınız diyorlar. Gidip Balat’a bakıyorsun her evin üzerinde satılık yazıyor. Eee bu nasıl oluyor. Çünkü ilk 3 yıl kiraya veriyorlar sonra satış sözleşmesi yapıyorlar ve satıyorlar. İşin içerisinde kendi dinamiğinde bir iyi niyet olmadığı sürece bu iş olmaz. Gentrification da çözüm değil. Şöyle çözüm değil; Daha doğrusu tek çözüm değil. Şu anda olduğumuz bölge Galata’da dahil burada yaşayan insanlar buraların sahipleri değil ki… Buradaki elit genellikle kaçmış gitmiş Şişli tarafına, buraya Anadolu’dan geçici olarak başka bir grup gelmiş. Şimdi o grubun buraya sahip olduğunu iddia ediyorlar yani o da tartışılan bir olaydır. Ama gentrification geldiğinde yani bizim gibi insanlar buraya sevgiyle bağlandığında en azından yapı korunuyor. Fakat farklı bir sosyal yapı geliyor. Seviyorlar mı, sevmiyorlar mı bilmiyorum, büyük bir ihtimalle seviyorlar. Nedeni de kendi gayrimenkul varlıklarının değeri artıyor. Şimdi bu civar İtalyan ve İngiliz dolu. Onlar aldığına göre başkaları da alır diye onların da hoşuna gidiyor. Burada daha önce aldığım yeri, 35 bin dolarmış, şimdi 350 binden söz ediyorlar. Olur mu olmaz mı bilmiyorum ama şimdi böyle bir artış olduğunda herkes bundan nemalanıyor. Bir de burada tabi Galata Port olayı var. O olayı farklılaştıracak.

Kentsel dönüşüm olayının iyice düşünülmediğini görüyorum. En azından model doğru değil, modelin kendi içerisinde fermante olması gerekirdi. En azından insanların sahiplenmesi gerekirdi. Mesela Okmeydanı’nda falan bu oluyor. Oradaki hak sahiplerinin üzerinden iki nesil geçmiş. Başta gecekondu olarak gelmişler daha sonra tapu alıp apartmanlaşmışlar, şimdi kentsel dönüşümle bir kat daha hakları var. Yani bunları izliyorum ama…

Peki Fikirtepe’yi nasıl görüyorsunuz?
Fikirtepe’de de ağır bir olay var. Biliyorsunuz orada iki ev kaldı onları yıkacağız diye yapmadıkları şey kalmadı.O kadar sembolik bir olay ki; direniyor! Biliyorsunuz ki Newyork’da direnemediler. Adamın dükkanını yıkamadıkları için gökdelenin bir köşesinden konsol çıkar. Böyle, böyle olaylar…

Gecekondulaşma bir döneme ciddi damgasını vuran yapılaşma örneği. Gecekondulaşmanın şu andaki potansiyelini nasıl görüyorsunuz?
İki olay var bunlar çok önemlidir. Bir tanesi bizim nesil kandırılmış bir nesil, çünkü biz tam sosyal bilince eriştiğimiz zaman, 18-19 yaşlarında, Yaşar Kemal, Mahmut Makal, Fakir Baykurt’la gelen bir kır önceliği vardı. İşi gücü bırakıp, Hakkari’deki okullara kitap toplamaya gidiyorduk. Halbuki aynı yıllarda gecekondu almış başını gidiyo ve bu gecekondu olgusuna eğilen Latife Tekin gelene kadar kimse yok. Oya Katoğlu gelene kadar hiçbir ressam yok. Halbuki kentler elden gidiyor. Dolayısıyla biz bu kadar önemli bir durumu ıskaladık. Gecekonduyu da bize, bizden önceki nesil hastalık olarak sundu. Halbuki İkinci Cihan Savaşı’nda da, Avrupa’da cesaretlendirilmiş bir yöntem sadece geçici olarak. Peki sorun ne? Gecekonduya tapu vermek. Dolayısıyla bunu ben bir çok belediye başkanına önerdim. Murat Karayalçın’a vs, destek istediler dedim ki siz iki şey söyleyin gecekonduya tapu vermeyeceğiz deyin. Ben size destek olayım. Olur mu dediler bu ülke politikasına çok ters bir hareket dediler. 30 yıllık bir liste düzenlerseniz bir nesil kurtaracaksınız diye öneride bulundum. Ben bunu Dalokay’a söylediğimde 1973’tü. 30 yıllık liste bir nesil, 50 yıllık liste iki nesil kurtaracaksınız. Şimdi bunların hepsi geri dönmüş olacaktı. Halbuki ne oldu, gecekonduyu işgaledenler arsa spekületörü oldu. Kimin arsası senin, benim, çocuklarımızın vs. dolayısıyla o yapı üzerinde mülkiyet kemikleşti. Bu hamur kuralına göre imar yasasının onları apartmanlaştırmada hiçbir zaman sağlıklı bir kentsel görüntü getirmedi. Halbuki o kamu alanları büyük parçalar halinde kalabilseydi şimdi çok daha iyi değerlendirilebilirdi. Şimdi ise gecekondu önlendi, bitti. Çünkü; fizibıl değil artık. Yapılan yapılaşma başlı başına bir skandal, olayı sadece mühendislik olarak gören insanların vizyonu. Kahire’yi de mahvettiler, bir mühendis grubu Kahire şehrini yok etti. Her şey alt üst geçit olarak görüp, alt üst geçitlerle trafiği çözdüklerini sanan, alt üst geçitlerle trafiği şehrin merkezine bela eden bir anlayışın ürünü oldu. Şimdi de bunları nasıl yıkacağız diye düşünüyorlar. Bu tür olaylar aynen trafiği çözmek için alt üst geçit yapmak gibi bir şeydir. Başka bir yerden tıkanır, trafiğin çözümü hiçbir zaman o değildir ki…

Başa dönersek iki büyük merkez yaparsak mesela Kartal’daki kent merkezine 170 bin iş düşünüyorduk, 170 bin iş 1 milyon ediyordu. Interlandı 3 milyonluk bir gruba hitap ediyordu. O 3 milyon kişi orada hayatını sürdürme durumunda kalıp, sadece kültürel ya da kentin kutlanması gereken başka işlevleri diğer yerlere gidecekti. Neyse olmadı artık. Arazi kullanımını çözmek lazım. İstanbul için defaatla yazdım kesinlikle İstanbul’da endüstri olmamalı… Endüstriyi isteyen onlarca il var gitsinler orada yapsınlar hem de daha iyi şartlara sahip olurlar. İstanbul iş, bankacılık, kültür, sanat, turizm, tarih yeri olmalıdır.

Katılımcı mimarlık konusuna değinebilir miyiz?
Katılımcı mimarlık, aslında herkesin kendi kötü zevkini ortama yansıtması olmamalı. Yani bu katılımcı mimarlığın temelinde de yine başlarda söylediğimiz kazan kazan olayı olmalıdır. Ama insanlar katılmadıkları kararı sahiplenmiyorlar. Ben bunu yönetimde de uyguladım. Yönetimde benim yapacağım bir şey varsa üç-dört tane üst yöneticimiz vardı bir araya geliyorduk. Konuşuyorduk şu konuda ne yapacağız, bu konuda ne yapacağız diye birinden benim fikrim çıktığında, diyorum ki işte A’nın fikrini yapalım ne güzel düşünmüş aslında benim fikrim o ben de ondan önce düşünmüşüm. Anlatabiliyor muyum?

Şimdi katılımcı mimarlığın içerisinde çevrenin biçimlenmesi için mimarlık mesleğinin katalizor olarak girmesi var. Ama kurallarının iyi konması lazım, neye ne kadar katılıyorsunuz çünkü herkes alabildiğine imar hakkı alıp alabildiğine elindeki şeyi exploitation bir şekilde kullanmak istiyor. Bu katılım olayı kentsel dönüşümde çok önemli bir yer tutuyor. Bunun yerine önce de bahsettiğim gibi ağır elli otokratik, mülkiyet haklarını, tüm eski hakları yok sayan bir sistem getirildi. Dolayısıyla katılımcı onayın tam tersi söz konusu oldu. Bakın gecekondu meselesinde katılımcılık vardır. Sivas’tan, Zara’dan bir grup gelir orada bir yer kapatır. Sonra gelenler yine onlardandır ya din bağında, ya akrabalık bağında ya da coğrafya bağında bir yakınlıkları vardır. Oysa Toki’de bunları piyangoyla dağıtıyorsunuz yani piyangoyla komşuluk olur mu? Olmaz ki mümkün değil. Dolayısıyla katılımı baştan reddediyorsunuz. Halbuki o birlikte oturtacağınız insanların geçmişlerini, birlikteliklerini düşünüp bir yapılandırma yapsanız zaten kuleleri dikmezsiniz. Bu tünel kalıp sistemi, Türkiye’nin başına gelen en kötü olaylardan biridir. Şimdi gecekonduya bakıyorsunuz adam bir arsa alacak 20 bin dolar, üzerine yasadışı bir ev yapacak o da en az 20 bin dolar, su, elektirik, otobüs gelecek ona da bir 5-10 bin dolar harcayacak, hala yasadışı yani ne yaparsa yapsın yasadışı. Oysa şimdi 50 bin dolara bir daire alıyor yasadışı değil, sıcak suyu, kaloriferi, her şeyi var. Yani hadise döndü gibi gözüküyor ama ileri de sosyologlar görecekler oralardan iyi insanlar çıkarsa biz özür dileriz, iyi olmuş olur ama İngiltere’de olmadı. İngiltere’de bu alanların hepsi criminal, suç alanları oldu. Nasır’ın Kahire’deki yaptığı bu tür binaların balkonlarında keçi, koyun, tavuk beslendi. Felaket kokulu, akıl almaz yerler oldu çünkü, kentsel yaşamın kültürü de öğrenilmesi lazım o olmadan olmuyor…

En beğendiğiniz binayı merak ediyorum. Türkiye’de ve Dünya’da da ikisini de sormak istiyorum.
Dünyada İstanbul’un var olduğu nokta uç nokta yani bu kolay kolay aşılacak bir olay değil. Bu teknoloji harikası Ayasofya, öyle taş falan da değil, o zaman ki Roma kiremitleri ile yapılan, ona Sinan’ın ve Osmanlıların tepkisi… Bir şekilde yanlara açılan güçleri, oturtması ve iç mekanı her şeyiyle olağanüstü bir olay. Tüm Osmanlı mimarisine bir okul niteliğindedir. Bir takım şövenist tarihciler bunu kabul etmezler ve “Bilecik’ten gelen ilk tek mekanlı kubbeli yapılardan çıkan bir yapı” derler ama ben bunlara inanmıyorum.

Sinan’ın Ayasofya’yı görüp de ondan etkilenmemesi mümkün değil. Ayrıca onu çok daha iyi yerlere götürdüğü de bir gerçektir. En sonunda Selimiye ile gelinen o iç mekan rahatlığı aynı şekilde Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Cami’deki aydınlık yapı olayı bence çok çok önemlidir. Türk mimarları içerisinde ben hala, çok deforme oldu ama, hem Ankara’ya ait olması hem de inovative olması bakımından Türk Tarih Kurumu binasını hep beğendim. Pek sahipli değil anlaşılan, bazı arkadaşlar da uğraşıyorlar ama ne yazık ki kullanımdan dolayı çok deforme olmuş bir vaziyette…

Turgut Cansever’in Bodrum’daki otelini gezdim. Malzeme anlayışı, malzemeyi som olarak çok cömertçe kullanması yani her şey aslında onun etrafında yer almış.

Sedat Bey’in yapıları içerisinde, hiçbir zaman kullanılmadı ama, Saraçhane başındaki sosyal sigortalar binası da güzeldir. Sonra Türk mimarlarının yaptığı eserler içerisinde Vedat Dolakay’ın İslamabad Camii’nin bir çok açıdan çok ayrı bir yeri vardır. Dünya’daki mimarlar içerisinde benim en çok öykündüğüm, biraz da aynı yaşda olmamızdan dolayı hem de takdir ettiğim Jean Nouvel’dir. Jean Nouvel’i hem çok sevdim, hem de rahatlığını sevdim. Jean Nouvel, hiçbir konuya dinsel ve dogmatik yaklaşıp illa ben bunu yapacağım demedi. Arap Ensisütüsü ile onun hemen arkasından yaptığı Cartier Vakfı projeleri, ayrıca Katar’da benim de yönettiğim bir yarışmayı da kazandı ama uygulanmadı, orada da çok güzel fikirleri vardı. Onu seviyorum. Aslında gıbta açısından Jean Nouvel’i kıskanıyorum da demem uygun olabilir. Sonra bir diğer beğendiğim insan Renzo Piano çünkü; çok çok duru ve sakin ama orijinallik bakımından Jacques Herzog’u beğeniyorum. Her projeye farklı bir şekilde çok rahat yaklaşan ve kendini tekrar etmeyen bir kişi.

Renzo Piano’nun en beğendiğiniz yapısı hangisi?
En beğendiğim yapısı Basel’deki Beyeler Müzesi, çünkü; çok basit ve güzel bir yapı…

Peki, Türkiye’de bugün?
Şimdi bu kadar iş yapıldı, bir tanesinin çok başında gittim, çok beğendim ama nasıl yaşıyor bilmiyorum. E5 Alışveriş merkezi Tabanlıoğlu’nun, yeride isminden anlaşılacağı üzere E5 yolu üzerinde zemini boşaltan köprülerle katları, koridorları asan bir yapı… Kitaplarında var. Bir de bu alışveriş merkezleri içerisinde Kanyon’nu çok beğeniyorum. Keşke böyle kapıda anlamsız güvenlik sistemleri olmazsa mekan böyle sokak gibi aksa gitse… Oradaki yatırımcının ve mimarın cesaretini takdir ediyorum o yollar vs. yani yepyeni bir kentsel ortam. Bunun dışında hem sorumlu olduğum için hem de sevdiğim için Zorlu Center’ı da beğeniyorum. Yüksek yapıları tartışılabilir, tartışılmalıdır da o verilen bir hak tabi ama alttaki kentsel tasarım olgusu çok iyi düşünülmüş bir şey keşke Emre Arolat’ın yarışmayı kazanan fikirlerinin hepsi kalsaydı. Çoğu da kalmamış tabi mesela bir tane aşıklar terası ve kentte açılan bir balkon vardı müthiş bir fikirdi. Onlar olmamış tabi…

Ben de Zorlu’yu soracaktım ki siz onu da sevdiğiniz projeler arasına kattınız. Zorlu sürecini sizden dinleyelim mi?
Zorlu da iki ofis evliliği iyi bir sonuç verebilirdi. Çünkü Tabanlıoğlu’nun yüksek kütleleri daha hafifti. Üçgenseldi karşılıklı yansıma verdiği için gök çizgisi üzerine ciddi bir iz düşüm düşürmüyordu. Halbuki Arolat’ın dört kulesi ve onların kare, beyaz olması bir ağırlık getirdi. Ama içerisinde yaşadıkça bütün bunlara göz alışıyor tabi... Oradaki esas sorun, orası bir ada, inşallah yaşar çünkü; orası trafik adası, inşaatken de ben bir çok kez gittim karşıdan karşıya geçmek orada mümkün değildi. Gayrettepe bağlantısıyla, alt geçitlerle biraz ehlileşti diyeceğim ama o alanda kentsel bir ortam yaratmak için çok çok aktivite gerekli umarım olur. Ama bana şunu da sorabilirsiniz; o yarışma boyunca en beğendiğim projenin hangisi olduğunu…

Sorup sormamaya karar verememiştim doğrusu, acaba yanıtlar mıydınız diye düşün**müştüm, aslında çok merak ediyorum sorunun yanıtını?**
Mario Botta ve Vittorio Gregotti çünkü onlar hakikaten İstanbul’un hala Orta Çağ ya da Yeni Çağ ya da Eski Çağ varlığını bir kutlama ile yaklaşan iki projeydi. Bir tür taçlandıran olayıydı. Tabi taçlandırınca 360 derece manzara, her manzara aynı değil onu kimsenin kabul etmesi mümkün değil ama Mario Botta’nın projesi müthiş soğukkanlı bir projeydi. Belki renkleri değişebilirdi, renkleri biraz fazla koyuydu ama Gregotti’nin binası tam anlamıyla bir stadeldi. Beğendiklerim onlardı ama mesela jüri onların İstanbul’a duyarlı olmadığını özellikle Emre ve Murat’ın İstanbul’a daha duyarlı olduklarını açıkça söylediler. Burası kimsenin oyun alanı olmasın dediler. Seçtikleri o beş projenin de beşinin Türk olması tesadüfi değil.

Şu anda Zorlu için o kadar çok şey yazılıp, çiziliyor ki bir anda günah keçisi haline geldi. Sanki İstanbul’da sadece o bina herkese kütlesel olarak biçim rahatsızlığı veriyor.
Çok gerçekçi düşünmek lazım oraya bir park yapsalardı. Bugün demokrasi parkının haline bakın, erişilemeyen bir park yaşamaz ki… Mega olayın yarattığı kentsel aktivite, etkileşim bunun nasıl olacağı çünkü; zaman içerisinde hepsi kendi standartını buluyor. Bir yığın alışveriş merkezi şu anda outlet’e dönüştü. Hatta Ankara’da bir tanesi pazara döndü, bildiğin pazar oldu. Olmadı, kimisi ikinci el eşya satan yerler olacak. Dikkat edersen Kanyon’da da başında çok lüks dükkanlar vardı, şimdi yeme içme yerlerine dönüştü. Çünkü insanların oraya gitmesi için ceplerinde elli lira varsa elli liralık iş yapıyorlar değil mi? Kişi oraya 5 bin liralık çanta almaya gitmiyor.

Son zamanlar da üzerinde uğraştığınız ulusal ya da uluslararası bir proje var mı?
Var, evet şu anda ben hem Mekke, hem Medine’de ciddi dört-beş projenin içerisindeyim. Bir tanesi Medine’deki Mescid-i Nebevi’nin genişletilmesi var. Mekke’nin kapıları yarışmasında jürideydim, Medine’nin kapıları yarışmasında jürideydim. En çok çalıştığım ortamlar bunlar… Bir de Katar’da bir mimarlık müzesi kuruluşunda bir sene çalıştım. Politik yönetim değişince şu anda pek ilgilenen yok rafa kaldırdılar. Ama ona önerdiğim olay çok orijinal bir şeydi. Çok da beğenildi. Mimarlık müzesini, mimarlık müzesi olarak değil mimarlık parkı olarak önerdim. Çünkü buraya benim önerdiğim 20 tane mimar var, 16 tane ciddi bina var yani onların gezilmesi başlı başına bir mimarlık şöleni bir turizm aktivitesi olabilir. Bir de Katar erişilebilir bir ülke Suudi Arabistan gibi çok ciddi vize şartları olan bir ülke değil. Orada çok ciddi bir çalışmamız var, inşallah bir gün gerçekleşir… Keşke Türkiye’de o kadar çok çağdaş yapı olsa da Türkiye’ye bir mimarlık parkı kursak…

Gençlere söyleyebileceğiniz bir mesajınız olabilir mi?
Ben gençlerden çok umutluyum bir kere özgür dünyaları çok geniş, medya ve bilgiye erişebilir düzeyde oldukları için dünyayı izliyorlar. Her ay, her gün yeni bir başarı izliyorum. Bence yapılacak olan şey, nerede olduğunu bilip ileriye bakmak. Tabi kesinlikle Türk değil, Anadolu coğrafyasına ait olan mimarları. Bunu bir çok ülke yaptı. Finlandiya, İtalya, Fas hatta Fransa bile yaptı. Bir şekilde hem çağdaş, modern, etkileyici olur hem de bu ülkenin mimarlığını yapma uğraşısı pek gerçekleşmedi ve çok skandal binalar, adliye sarayları falan yani çok utandıracak şeyler meydana geldi. İnsan bunları nasıl yapar, nasıl eli varır.