Türkiye’deki mimaride çok fazla yönlendirme var...

20 yıldır Türkiye’de mimarlık mesleğini sürdüren Brigitte Weber, İstanbul aşığı Avusturya’lı bir kadın. 1996 yılında İstanbul’a yerleşerek Mimar Arif Suyabatmaz ile birlikte kurdukları Suyabatmaz Mimarlık ofisinde farklı proje ve uygulamalar yapan Weber, Türkiye’de imza hakkına sahip ilk yabancı mimar olarak 2005 yılında Brigitte Weber Mimarlık adıyla kendi ofisini kurdu. Bugüne kadar 150’nin üzerinde mimari ve iç mimari projeye imza atan Weber’in önemli projelerinden bazıları: İstanbul ve Ankara’da son zamanların ikonik binalarından sayılabilecek Trump Tower ve Next Level, Borusan Holding Genel Merkezi, Soyak Holding Genel Merkezi İç Mimari, SIEC Sevil Sabancı Binicilik Tesisleri...

20 yıldır Türkiye’de mimarlık mesleğini sürdüren Brigitte Weber, İstanbul aşığı Avusturya’lı bir kadın. 1996 yılında İstanbul’a yerleşerek Mimar Arif Suyabatmaz ile birlikte kurdukları Suyabatmaz Mimarlık ofisinde farklı proje ve uygulamalar yapan Weber, Türkiye’de imza hakkına sahip ilk yabancı mimar olarak 2005 yılında Brigitte Weber Mimarlık adıyla kendi ofisini kurdu. Bugüne kadar 150’nin üzerinde mimari ve iç mimari projeye imza atan Weber’in önemli projelerinden bazıları: İstanbul ve Ankara’da son zamanların ikonik binalarından sayılabilecek Trump Tower ve Next Level, Borusan Holding Genel Merkezi, Soyak Holding Genel Merkezi İç Mimari, SIEC Sevil Sabancı Binicilik Tesisleri...

Weber, ahşap mimarideki Avusturya uzmanlığıyla, kaybolan Türk ahşap mimari geleneğini yeniden canlandırabileceği projeler de tasarlıyor ve bu çerçevede Avusturyalı ahşap firmalarıyla çok yakın işbirliği yürütüyor. Sabancı Holding için büyük ölçekli bir ahşap binicilik tesisini hayata geçirerek, iki ülke arasında mimari bir bağ kurdu. Brigitte Weber aynı zamanda genç Avusturyalı mimarlar için de gayret gösteriyor ve ülkesindeki bu gençlerin İstanbul’daki ofisinde staj yapmalarına olanak veriyor.

Geçtiğimiz yıl Weber’e Avusturya hükümeti tarafından, Türkiye-Avusturya ilişkilerinde önemli rol alması nedeni ile Avusturya Cumhuriyeti Altın Liyakat Nişanı’nı tevdi edildi. Weber’in mimari başarılarının yanı sıra ülkesine olan bağlılığının da takdir edilmesi, İstanbul gibi bir dünya metropolünde gösterdiği bu başarısının birçok Avusturyalı’ya da örnek olması adına önemli bir sonuçtur. Disiplini, detaycılığı, işine karşı gösterdiği titizliği ve saygısı bu nişanı sonuna kadar hak etmiştir. Biz de bu ay Brigitte Weber ile söyleşerek, onun bu titizliği sayesindeki kazanımlarını, Türkiye’de yabancı ve kadın bir mimar olarak nasıl bir marka haline dönüştüğünü ve İstanbul’u konuştuk.

Projelerde mimarlıktan uzaklaşıp, grafik dizaynerlara yaklaşılıyor!

Mimarlık hayatınız nasıl başladı?
1995’te Viyana Teknik Üniversitesi’nden mimar olarak mezun oldum. O zamanki kanunlar biraz ağırdı ve dolayısı ile diploma aldıktan sonra, beş yıl süresince resmi olarak bir mimarın yanında çalışmak gibi bir zorunluluk vardı. Bu eğitimlerin ardından mühendislik sınavından da geçmeniz gerekiyordu. Dokuz yıl okudum ve otuzlarıma yaklaşmıştım. Avusturya’da ofis açana kadar otuz beş yaşıma gelecektim. Avusturya’da iş almak da çok zordur. Türkiye gibi değildir, yani herhangi bir dosttan arkadaştan iş alamazsınız. Her şey yarışma üzerinden belirlenerek yapılır. Eğer çok daha büyük projeler yapmak istiyorsanız her şey çok daha resmi yollardan yürüyor.

İstanbul’a geliş hikayenizi dinleyebilir miyiz?
O dönemde Prof. Holzbauer’la çalıştım. Onun ofisinde çok farklı milletlerden insanlar çalışıyorlardı ki, Türklerden de insanlar vardı. Onlardan birisi de Arif Suyabatmaz’dı ve benim de arkadaşımdı. Bir gün ofise geldi ve “İstanbul’a neden gitmiyoruz ki” diye bir fikir ortaya atarak, çok rahat ofis açabileceğimizi, kendisinin ofis açmak için tüm haklarının olduğunu söyledi. Bu fikir bana başlarda çok aykırı geldi çünkü ne Türkiye’yi tanıyordum, ne de Türkçe biliyordum. İstanbul’u da bir profesörümüz sayesinde öğrenmiştim, çünkü Ayasofya’nın ve bütün büyük camilerin planını bize ezberletmişti. Onun için İstanbul çok keyifli bir hatıra değildi, bütün o planları ezberlemek zorunda kalmıştık. Benim için İstanbul ancak bu dünya harikalarının planlarını ezberlemekten ibaretti. Onun için de Arif’in fikrine “hayır, imkansız” dedim.

Kararınızı ne değiştirdi?
Yaz geldiğinde Arif bir İstanbul ziyareti teklifiyle tekrar gelerek beni İstanbul’a getirdi. Adaları gezdik ve tabi ki adalara hayran kaldım ve İstanbul’un bambaşka bir yönüyle de tanıştım. Ondan sonra Arif ile anlaşarak, deneme kararı aldık. İstanbul’un büyüleyici bir ortamı vardı ve kesinlikle burada olmak istiyorum dediğimi hatırlarım. Ondan sonra üzerinden bir kış geçti ve nisanda geldim. Kabataş’ta muhteşem bir eve taşındım. İnanılmaz bir manzarası vardı, köprüden Ayasofya’ya Topkapı’ya kadar her şeyi görüyordum. Kaptan köşkü derler ya öyle bir yere taşındım ve tabi ki çok mutluydum. O zamanlar her yer kömür kokuyordu, su, elektrik, doğalgaz yoktu. Avusturya’da doğmuş büyümüş benim gibi bir insan için bu gibi şeyler büyük zorluktu aslında. Ama bir taraftan da maceralarla dolu bir hayat yaşıyordum.

Türkçe’yi bilmeden mimarlık yapmaya başlamanız nasıl oldu?
Tabi ilk zamanlar Türkçe bilmiyordum. İlk şantiyemiz, Arif yakın bir arkadaşından iş almıştı ve şöyle bir karar verilmiş: Mimar Arif Bey ve işveren şantiyeye girmeyecek, Brigitte bu işi yapacak ve tek başına yürütecek. O zamanlar Türkçem hiç olmadığı için Hüseyin Usta diye bir usta vardı ve ben ondan kırık üç kelime Türkçe öğrenerek, el ve vücut diliyle bir şekilde bütün işi bitirdim. İlk öğrendiğim kelimeler “ olmadı ve yeniden yap” yani bu iki kelimeyle şantiyede her şeyi yürüttüm. Tabi ki çok kriz yaşadım ve her krizde bana ustalar “Abla bir çay iç ve bir sigara yak” derlerdi. Halbuki ben koyu bir anti sigara insanı olduğum halde, resmen sigara içmeye başladım. Şantiyede ustaların çaylarını ve sigaralarını içerek, yerlere oturarak projeleri tartıştık.

Suyabatmaz Mimarlık’ta ne kadar çalıştınız?
Üç sene daha “Suyabatmaz Mimarlık” altında Arif’le beraber çalıştım ve daha sonra ofislerimizi ayırdık. Kendi adımın altında ancak 2005’ten sonra ofis açabildim. Yani 1998’den 2005’e kadar Suyabatmaz Mimarlık çatısı altında çalıştım, fakat Arif’in de benim de projelerimiz ayrıydı.

Kendi ofisinizi nasıl açtınız?
2005’te ülke olarak Avrupa Birliği’ne biraz daha yaklaşınca kanunlar da değişti ve hala değişiyor. Uluslararası birkaç kanun değişince tam da benim için bir kanun yapıldı desem yalan olmaz. “Sekiz sene Mimarlar Odası’na kayıtlı olarak çalışan yabancı mimarlar başvurabilirler ve çeşitli haklar kazanabilirler” diye bir kanun yayınlandı. 2005’te ben tam olarak 10 yıldır İstanbul’daydım ve bu süre zarfında kesintisiz bütün çalışma izinlerimi ve oturma izinlerimi muntazam bir şekilde almıştım.

On yıl süresince ben bu izinlerle uğraşırken, arkadaşlarım ise bu hususta benimle sürekli dalga geçiyorlardı. “Ay sen ne biçim bir Avrupalı’sın, her şeyi niçin bu kadar muntazam hallediyorsun, durmadan uğraşıyorsun, ne faydası olacak, senin gibi herkes buraya gelip bir süre çalışıp gidiyor, kim senin naptığını bilecek ve kim senin peşine düşecek” gibi şeyler söylüyorlardı. Fazla disiplinli biri olarak bunların hepsini tas tamam yaptım ve bütün bu eziyetleri çektim. Fakat bu titizliğim bana hayatım boyunca en büyük fayda oldu, çünkü yapmasaydım şimdi hala küçük mimari projeler ve başka insanların imzaları altında iş yapmaya devam edecektim. İnsanlara bu bir mesaj olabilir resmi evrakları düzgün bir şekilde halletmek ve başka insanların söylediklerini çok fazla dinlememek ve kendi iç görülerine göre hareket etmek her zaman bir sonuç getiriyor…

Peki bu süreçte bir yabancı olarak zorlandığınız zamanlar oldu mu?
Bir yabancı olarak şöyle sıkıntılarım oldu. Çalışma izinleri almak çok zordu yani bir senelik çalışma izinini almak için bir sene önce baş vurmak gerekliydi. Yani çalışma izni elime geldiği an bir sonra ki sene için çalışma iznine baş vurmam gerekliydi. Ayrıca bakanlıkta iki defa diplomamı kaybettiler vs… Çalışma Bakanı’nın masasında bile oturdum ve bana göre aykırı durumları tartıştım. Bana bu konularda o da hak verdi ve bir defa en son çalışma iznimde bir gün içinde 5 yıllık çalışma iznimi aldım. Tabi ki bu dediğim on yılın sonunda oldu. Benim çalışma izni aldığım bakanlıklar da sürekli değişti ve başvuru da bulunduğumda insanlar ne yapacaklarını bilmiyorlardı çünkü demek ki başka başvuran ya yoktu ya da çok azdı. Bu geçtiğimiz bir iki sene içerisinde başka birisi daha olmadıysa, herhalde bütün hakları kazanan tek yabancı mimarım. Son olarak benden sonra bu denli haklara sahip olan başka birisi var mı onu bilmiyorum. Başkaları için bu durum pek önemli olmayabilir ama benim için çok önemli bir şeydi.

Bu hakları alınca hayatınızda ne değişti?
Kaderim tamamen değişti diyebilirim, çünkü bu hakları elde ettikten sonra bana gelen bir çok iş teklifine cevap verebildim. Artık imza hakkım olduğu için 2005 yılında tesadüfen Doğan Holding’ten büyük bir iş teklifi geldi mesela. Şu anda Trump’ın bulunduğu arazi için bizden bir “çalışma”istediler. Biz ilk başta sadece bu hizmeti verdik. Sonra bu proje gelişti ve Belediye de bir mimari proje görmek istedi. Ve bizden böylece mimari bir proje istediler ve biz de bir mimari proje hazırladık. Ancak üzücü olan nokta, uygulanmayacak bir mimari proje yapacak olmamızdı. Yani daha sonra başka bir mimarla bu proje değişecekti. Biz sadece o şartlar için proje tasarlayacaktık. Daha sonra onlar projemizi beğendiler. 8 ay sonra veya 6 ay sonra, tam hatırlamıyorum, projenin uygulamasının başlaması gerekiyordu, tam o sırada benim imza atma hakkım geldi ve bana böylece “başla” dediler. Yani öyle inanılmaz bir şans ve tesadüf diye adlandırmış olmam bu yüzden... Böylece Trump’ı bizim ofis yapmaya başladı.

20 yıl evvelki Türkiye mimarlığı ile bugünü nasıl karşılaştırırsınız?
Geçmiş yirmi sene içerisinde Türkiye’de mimaride acayip bir gelişme oldu. Bence daha uzun bir süre önce mimarlar arasında etik olarak bir kaygı vardı, müşterilerle ve mimarlar arasında daha dürüst ilişkiler vardı. Fakat son yıllardaki ticari gelişmeler ve ekonomik gelişmeler Türkiye’deki mimariyi geliştirdi. Yirmi yıl içerisinde her şey ticari olarak o kadar hızlı bir şekilde gelişti ve bununla beraber mimarlıkla büyük paralar kazanılacağı da anlaşıldı. Yani yatırımcılar iyi bir mimarla burada para kazanılacağını gördüler ve onun için burada mimari hızla gelişti. Ticari gelişmeler ve atılımlar mimarinin gelişimine bir nevi izin verdi. Ekonominin mimarinin gelişiminden bir çıkarı olduğu için bence mimari hızla gelişti. Yirmi yıl önceki mimari projelere baktığımda, mimari olarak çok çok nitelikli projeler değiller ama bu dönemde yatırımcılar şunu anladılar; iyi bir mimara güzel bir proje yaptırıyorsan, proje prim yapıyor ve bunu daha iyi pazarlayabiliyorsun. Ancak belirtmeliyim ki, Avrupa’daki iyi mimarlık ile Türkiye’de iyi mimarlık arasında çok büyük farklar var.

Bugün de o fark var mı gerçekten?
Hâlâ o fark var, hâlâ var.. Yani projeleri karşılştırdığımda ben hangisinin iyi hangisinin kötü olduğu hakkında bir değerlendirme yapmıyorum. Çünkü iyiyi sadece bir faktörden çıkaramazsınız ama bazen bana şöyle soruyorlar: Neden Türkiye’deki mimarlar yurt dışında ödül almıyorlar? Ben de şöyle cevap veriyorum öncelikle burada ödül konusunda bir bilgilendirme eksikliği var. Türkiye’deki mimarların çoğunun aldığı ödüller ticari ödüllerdir ve esas manada uluslararası mimarlık camiasında kabul edilmiş mimarlık ödülleri değildir. Bunun altını çizmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bazen Mies Van Der Rohe ya da Pritzker ödüllerinden bahsediyorum, insanlar bu bahsettiğim ödülleri bilmiyorlar bile... Yani Mies Van ve Pritzker gibi dünyaca ünlü birkaç tane ödül var.

Aga Khan da girer mi bu gruba?
Aga Khan da bu gruba girer ama Aga Khan bana göre biraz oryantal bir ödül ve mimarlar maalesef çok fazla bu ödülün içerisine giriyorlar. Yani şöyle söyleyeyim bana bazen biraz yönlendirilmiş gibi geliyor.

Soruma tekrar dönüyorum, Türkiye ve Avrupa’daki mimarlığın arasında ne tür bir fark görüyorsunuz?
Buradaki projelerin %90’ı tamamen ticari olduğu için, ki altını çiziyorum “benim yaptığım projeler de buna dahildir”, müşteri ve danışmanlar çok fazla yönlendirdikleri için, yatırım ve geri dönüş ön planda olduğu için, vizyon üzerine yapılan bir projeyle rakip olmaları imkansız bir hal alıyor. Türkiye’deki mimarlar ve Avrupa’daki mimarların arasında bir fark yok ama mimarlıkta ben bu nedenden dolayı ciddi bir fark görüyorum. Bazen müşterilerime şöyle dediğim bile oluyor: “Madem bu işi bu kadar iyi biliyorsunuz, beni neden çağırdınız, bana bu durumda ihtiyaç yok”. Yani bir mimarı fonksiyon olarak yönlendirmek doğru ama bir sanat eserinden konuşuyorsak ve mimarlığı bir sanat eseri olarak kabul ediyorsak, biliyorsunuz bu yüzlerce yıllık bir tartışma, yaratıcı bir aksiyondan konuşuyorsak o zaman Türkiye’de çok fazla yönlendirme var… Bunu çok yakından gözlemledim çünkü ben hem Avrupa’da çalıştım, hem de oradaki arkadaşlarımla da çok yakın bir diyaloğum vardır.

Mimarlık ve sanat konusunda tam olarak ne düşünüyorsunuz? Yani mimarlık gerçekten bir zanaat mi?
Yani sanat nedir ve ne sanat değildir? bu zaten başlı başına bir tartışma olduğu için ayrımı yapmanın bu kadar zor olduğunu düşünüyorum. Tabi her şeyin bir zanaat ve sanat olduğunu düşünen biri için mimarlık da bir sanattır veya zanaatır. Bence her yaratıcı çalışan insan için, yaptığı şeyin bir sanat olduğu konusunda kendisini değerlendiriyor olabilir. Benim değerlendirmeme göre bir şeyin sanat olması için kesinlikle yönlendirilmemiş olması gerekir. Dünyada özgür bir meslek varsa, gerçi sanatın bir meslek olup olmaması da bir tartışma konusu ve bu mesleği bir insan özgürce yapabiliyorsa kendini sanatçı olarak değerlendirebilir diye düşünüyorum. Benim için sanat üretmek en özgür meslek veya en özgür iştir.

O halde mimarlık bu şartlar altında gerçekten bir sanat olabilir mi?
Bence olamaz, çünkü biz özgür değiliz hem de hiç özgür değiliz. Bizi biri bulacak ve bize fırsat verecek veya biz birisine bir şey sunacağız. Bir sanatçıya şöyle bir şey dahi diyemezsiniz; “şu köşeye bu kadar büyüklükte bir şey yap, sadece bir şey yap diyebilirsin.” Biz mimarların çoğu zaman böyle bir şansımız olmuyor, bizim bütün şartlarımız bir kutu içerisine sıkıştırılmış, inanılmaz farklı disiplinler ve fonksiyonlardan oluşmaktadır. Bizim mesleğimizde olan başka bir şey daha var, bizim mesleğimiz tek başına yalın, sadece kendi olan bir meslek değil iç içe geçmiş bir çok mesleğin birleşimidir. Adeta dünyadaki bütün mesleklerden bir parça mimarlığın içerisinde olduğunu düşünüyorum. Mesela bir araba tamircisinin psikolojiden anlaması gerekmiyor ama bir mimarın çok anlaması gerekiyor. Yani biz her şeyden anlamalıyız.

Yine de biz sanatçı olarak kabul edilmiyoruz diyelim; tamam ben bir sanatçı değilim fakat ben her şeye rağmen yaratıcı bir insanım. Tüm bu bahsettiğim bir kutu içerisine sıkıştırılmış şartlar altında mimarlık ise bence sanat değil ama biz mimarlar kreatif insanlarız. Biz teknik insanız, mühendisiz, biz psikolojiden anlamak zorundayız, yaptığımız her şeyin insanların ruhlarını nasıl yansıtacağını bilmek zorundayız, sosyal sorumluluk taşıyan insanlarız, biz seçtiğimiz malzemelerden dolayı çevre dostu olmak zorundayız vs. böyle bunları akşama kadar sayabiliriz.

Mimarlık bir görsel sanat olarak değerlendirilebilir mi peki?
Bazı mimarlar mimariyi görsellerle çözmeye çalışıyorlar, fakat ben bundan şikayetçiyim. Hatta bu öyle bir hal aldı ki, mimarlığın değerlendirilmesi tamamen görsel üzerinden yürümeye başladı. Bu bana göre son derece yanlış bir şeydir. Bir projeyi başlangıç noktasından ve sonucundan incelemeden, projeyi detaylı olarak bilmeden, salt şekline bakarak iyi veya kötü nasıl dersin? Bir cephe tek başına bir projeyi iyi veya kötü yapabilir mi? Bana bazen “Trump çok çirkin bir bina” veya “Trump çok güzel görünüyor” diyorlar. Bu insanlara gülüyorum, çünkü iyi veya kötü ne demek, sana göre ne anlama geliyor, bana göre ne ifade ediyor? Bir şeye iyi demek veya kötü demek bu kadar önemsiz ve basit bir şey mi? Binayı gördüğünde herhangi bir yorum yapabilirsin, bir düşünceye sahip olabilirsin fakat bütün şartlarıyla o binayı biliyor musun veya içini gezdin mi, bizim projede ne yaptığımızı ve hangi güçlükleri aştığımızı biliyor musun? Tabi ki de bilmiyorsun… Çok yüzeysel bir şekilde değerlendirme yapılıyor ve maalesef bu yorumlar mimarlık ortamlarında da görülüyor. Mesela Arkitera her gün otuz tane proje koyuyor, insanlar da sanki hepsini detaylı olarak incelemiş gibi “ay bu çok güzel, ay bu çok çirkin”diye takır takır bir sürü yorum yapıyorlar.

Biz gün geçtikçe mimarlıktan uzaklaşıp grafik dizaynerlara yaklaşıyoruz. Hatta bu grafik dizaynerlar bazen mimarlık projelerinden çok daha derin tasarımlar yapıyorlar. Yani kısacası ben grafik tasarım yapmak isteseydim o zaman grafik tasarım okurdum ve grafiker olurdum…

Mimarlığın yanında zaman zaman iç mimarlık da yapıyorsunuz hatta bazı projelerin iç mimarlığının da sizin olduğunu biliyoruz. Sizce mimarlık ve iç mimarlık bir bütün mü yoksa birbirinden ayrışmalı mı? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bazı ülkelerde, mesela Avusturya’da iç mimarlık gibi bir üniversite eğitimi yok. Çünkü böyle bir yaklaşımda iç mimar da mimarlık bilmek zorunda yoksa nasıl bir mimarlık projesini değerlendirebilecek. Biliyorsunuz ki iç mimarlar da bazı yapısal değişiklikler yapıyorlar özellikle Türkiye’de mimarlara danışmadan direkt bazı projelere müdahale ediyorlar. Bundan dolayı teknik konulara da hâkim olmak zorundalar. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki iç mimari eğitimini güçlü bir mimari eğitim ile birleştirmek gerekiyor. Yüzde yüz bir mimarlık eğitimi olmayabilir. Ama kesinlikle bir temel eğitim olması lazım. Yirmi sene önce Türkiye’ye geldiğimde, mimarlar bina yapmıyorlardı, onların yerine müteahhitler binayı tasarlıyorlardı. Daha sonra iç mimarlar çağırılıyordu. Onlardan çirkin bir binanın içini saray yapmaları isteniyordu.

Geçmiş zaman bir arkadaşın evine davetliyim, çok çirkin bir bina önünde kocaman pahalı arabalar vardı. Neden insanlar böylesine çirkin bir binada oturuyorlar dedim. O zamanki Avrupalı kafasıyla düşünüyordum ve içeri girdiğimde içerde altın varaklı bir saray sizi karşılıyor, bu manzaraya şok olmuştum. Çünkü benim eğitimimde “içeride neysen dışarıda da öyle olmalısın” diye bir disiplin vardır. Binada tam tersi, o çirkin binaları o müteahhitler yapmışlar senelerce bizden bunları mükemmele çevirmemizi istediler. Evin içinde kendimi New York’ta bir Loft’ta hissetmek istiyorum! Bu tam olarak nasıl mümkün olabilir ki iç mimar o komik pencere oranından, sana nasıl bir loft oluşturabilir. İçi dışı bir olmalı diyorum. Maalesef senelerce işimiz buydu. Yani fonksiyon dışında yapılan kötü detaylar, kötü malzeme, kötü kum kullanarak depremde kesinlikle yıkılan binalar içinde milyonlarca dolarlık iç mimarlık projeleri yapılmış. Ben her müşteriye her defasında bu binaya bu kadar para harcamaya değmez demek istedim. Bu yüzden eğitimde mimarlık ve iç mimarlık eğitiminin birleşmesi, lazım yani içi ve dışı birbirine uyum sağlaması lazım. Mimarlık projelerinin yanında bizim de güçlü bir iç mimarlık dalımız var fakat dekorasyon dalımız yok. Yani biz de iç mimarlık koltuk, lamba vs kullanmak, bunlar da iç mimarlığın bir parçası ama dekorasyon başka bir şey. Bizim için her zaman fonksiyona yönelik bir tasarım ve tabi ki pozitif hissettiren bir tasarım yapmak daha ön planda ama yine de iç mimarlık ve dekorasyon çok farklı iki meslektir.

Projeleriniz ticari ve konut yapılarında yoğunlaşmış durumda, siz yapıda uzmanlığa inanıyor musun?
Hayır, neden hayır derseniz, çünkü projeden projeye farklı. O yüzden uzmanlık olamaz. Eğer bir yerde uzmanlaşmışsam onu bir daha yapmamam gerekiyor çünkü insan körleşiyor. Mesela konutta uzman değiliz ama konutta ciddi bir tecrübemiz var ama o dar çerçeve içinde her zaman bir takım yenilikler ve farklı yaşam tarzları sunmaya çalışıyoruz. Bir yerde uzmanlaşıp körleşmeye engel olmak lazım ve bence belli bir tekrarlamadan sonra mimar o konudan belki de vazgeçmelidir. Bizim böyle bir şansımız var, farklı şeyler de yapabiliriz. Örneğin seneler içinde üç tane binicilik tesisi yaptık. Orada bambaşka bir olgu var yani insanlar için çalışmıyorsun hayvanlar için çalışıyorsun. Enteresan bir şekilde hayvanlar için dünyada neler yapıldığını çok incelemeniz gerekiyor. Bir at binicilik tesisi atlar için ne kadar çok düşünülüyor. Atlar hakkında o kadar çok bilgi topladım ki insanları bu kadar biliyor muyum diye bazen şüphe ediyorum bazen, atlar için ahır yaparken, konutları da daha farklı düşünmeye başladım. Atları rahatsız eden konuları öğrenirken, insanları rahatsız eden konuları düşünmediğimizi fark ettim. Özetle insanlar için de bir şey tasarlerken bunu da çok iyi araştıralım diyorum belki onlara da iyi gelmeyen bir sürü şey var ve bundan sonra bazı tasarımlarımı da ona göre değerlendiriyorum. Başka şeyler yapmak, tamamen aykırı şeyler yapmanı ve aslında senin uzmanlık alanını da değiştirebilir. Tecrübeyi başka yerden kazanmak insana yeni fikir verebilir.

Kendinize yakın bulduğunuz mimar, iç mimar var mı ya da beğendiğiniz, ilginizi çeken, takip ettiğiniz birileri var mı?
Bu çok zor bir soru çünkü ben projeleri tek tek değerlendiriyorum. Projeleri insanlarla ilişkilendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bazen röportajlarda da diyorum ki, anne baba olarak yola çıkan mimardan biriyim çünkü, klasik modern bir eğitim aldım. Bizim için Bauhaus çok önemli bir ekoldü. O her zaman iliklere işlemiş, ondan vazgeçemiyor. İnsan beyninin içine yerleşmiş. Orada doğmuş büyümüş bir insan olarak, onu aşmak çok zor ama ben şu mimarı beğeniyorum demeyi reddetmek istiyorum. Ben projeleri ve yaklaşımları beğeniyorum o mimar yapmış yapmamış şeklinde konuşmalar egodan kaynaklanır ve bence bunlar çok tehlikeli şeyler. Mimarların egoları esas özgürlüğünü kısıtlıyor. Hepimiz biliyoruz mimarların egoları çok çok güçlü. Onun için beğendiğim bir mimar yok beğendiğim projeler var…

Çok etkilendiğiniz bir proje?
Berlin’ de Chipperfield’in Yeni Müze’si. İnanılmaz bir başarı, inanılmaz bir konu, inanılmaz bir araştırma… Baştan beri takip ettiğim için biliyorum ki son derece olgun bir yaklaşım. O projeyi sadece mimar yapmadı, hükümet de bütçe ayırdı. Mimar ne çiziyorsa çizsin, projeyi kimse uygulamıyorsa hiçbir faydası yok ama bu müzede bence dünya çapında, tarih çapında bir proje ortaya çıkarıldı. İçindeki eserler de çok çok önemli. Bir müze yap, harika olabilir ama hiç kimse ziyaret etmiyorsa kime ne faydası var… Oradaki her şey tarihi eser! Hiç kendisini ön plana çıkartmayan bir mimari projedir.

Peki Türkiye’den beğendiğiniz bir proje?
Ben eski projeleri seviyorum, o da az olduğu için bana cazip geliyor da olabilirler. Keşke eski halleri kalsaydı diyorum. Mecidiyeköy de Hukukçular Sitesi var. 20 sene önce önünden geçerken gördüğümde dedim ki, ben burada yaşayacağım ve hemen orada ev aradım. Maalesef onu da bozdular, 20 sene önceki hali klasik modern mimarlığın örneğiydi. Şimdi bu söylediğim en etkilendiğim proje olmayabilir ama bu bina bütün mimarların beğendiği bir binadır. Bugünkü hali tabi ki korkunç bir halde…

Geçtiğimiz yıl Avusturya hükümeti tarafından çok önemli bir Liyakat Nişanı ile tevdi edildiniz bu konudaki hisleriniz nedir?
Yirmi senedir ülkemden çok uzakta yaşıyorum. Şimdi Türk müsün? Avusturyalı mısın? diye sorsanız; tabi ki Avusturyalıyım, çünkü köklerim orada, pasaportum hala Avusturya pasaportu… Avusturya çiftte vatandaşlık kabul etmiyor. Yoksa Türk vatandaşlığı benim için hızla kapılar açabilirdi bu ülkede ama öyle bir imkânım yok. Bu yirmi sene içinde Avusturya’dan çok kopuk yaşadım, sonra biraz daha yaklaştım, söylediğim gibi Avusturya ile birlikte çalışmaya başladım, ticari işler de yaptım. Onlar da beni burada keşfettiler, çünkü senelerce benim Türkiye’de yaşadığımdan, çalışmalarımdan haberleri yoktu. Çok inanılmaz bir olaylar oldu. Avusturya televizyonunda benim için film yaptılar, röportajlar oldu, gazetelerde, dergilerde çıktım. Bunlar istediğim şeyler değildi, tamamıyle bana sürpriz oldu diyebilirim. O dönemde sürekli beni birileri aradı ve şöyle diyorlardı; tek başına bir kadın yabancı bir ülkede nasıl böyle bir noktaya kadar gelebilir? Tabi ki Türkiye’de benim geldiğim noktaya çok insan geldi bunu onlara her zaman anlatmak istedim bu çok özel bir nokta değil ama Avusturyalı’ların gözünde büyük bir başarıydı. Bir gün bir mektup geldi, biz sizi “altın nişan” için önerdik, çünkü sizle çok gurur duyuyoruz, verdiğiniz emekler Türkiye-Avusturya ilişkileri için küçük ama çok önemli bir adım dediler…

Sadece Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde de mimarlık alanında kadınlardan çok söz edilmediğini biliyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yurtdışından bazı arkadaşlarım bana “sen Türkiye’de kadın olarak nasıl bu seviyeye geldin, tek başına ofis yürütüyorsun, projeler gerçekleştiriyorsun” diye soruyorlar. Benim cevabım her zaman bu sadece Türkiye ile ilgili bir durum değil ki diyorum. Türkiye’de kadın olarak mimarlık ofisi belki daha kolay açılabiliyor, Avusturya’dan bile daha kolay belki de. Türkiye’de hiçbir zaman kadın olarak engel görmedim ve benim birçok mimar arkadaşım da benimle aynı fikirdedir. Türkiye’de belli bir seviyeden sonra insan iş yapıyorsa kadın erkek fark etmiyor, o kadar çok CEO, genel müdürler, o kadar önemli pozisyonda o kadar çok kadın var ki… Ben bu durumun tam tersini Avrupa’da olduğunu düşünüyorum. Avrupalılar da şöyle bir durum var; şu kadar kadın olmak zorunda, bunu kanun olarak dengelemek zorundalar yoksa problem yaşıyorlar. Bunu Türkiye’ de görmüyorum nereye gitsem karşımda bir kadın oturuyor. Kadınlar bütün dünyada acı çekiyorlar bu doğru ama ben bu konuda biraz kadınları suçluyorum, çünkü tamamen kendi başına iş yapan çok az kadın var, çoğu erkeklerle ortak oluyor. Neden böyle yaptıklarını da gerçekten anlamıyorum. Özellikle bizim işimizde böyle bir şeye hiç gerek yok. Ortaklıkla, beraber daha iyi çalışıyorsan, birleşmiş güçlerle daha iyi işler yapıyorsan gerçekleştirmelisin ama neden bu kadar az kadın tek başına iş yapıyor bilmiyorum. Bu durum bütün dünyada da böyledir. Tek başına olan kadınlar çok çok az, biraz daha cesur olmak lazım bu çok zor bir şey değil. Biz kadınlar da erkekler kadar iyi işler yapıyoruz, hatta bazı konularda biz çok daha iyiyiz. Bu beyin fonksiyonları ile ilgili bir şey, erkek kadın tartışması değil. Erkeğin beyni farklı çalışıyor, kadının beyni farklı çalışıyor. Farklı kabiliyetleri kullanmak lazım ama kadının bir problemi daha var; kadının hayatında bir seçme şansı hep var tüm dünyada böyledir. Kariyer yönelikli mi ilerlemek istiyorsun veya kariyer istemiyor musun?

Erkekte bu seçme şansı yok, erkeğin programı kariyer, para kazanmak, aileyi geçindirmek, başarılı olmak. Kadının programı ise bu değil kadın kariyer yapıyorsa bu esas programın üstü bir durum. Erkeklerin başka seçme şansı olmadığı için çalışmak zorunda olduğunu, para kazanmak zorunda olduğunu başarılı olmak zorunda olduğunu, prestij yapmak zorunda olduğunu biliyor. Kadınlara bu seçme şansı rahatsızlık yaratıyor yani bir mutsuzluk yaratıyor. Kariyere yönelen kadın düşünüyor ki acaba ben görevlerimi yapmıyor muyum, programa sadık kalıyor muyum, sadece bunu mu yapıyorum, bütün kabiliyetlerimi kullandım mı hayatta, niye daha fazlasını yapamadım diye düşünüyor. Kadının hayatında hep bir çatışma var ama erkek de böyle bir şey yok. Avrupa’ da kadınlar ailelerinden fedakârlık yapıyorlar. Onun için kadınlar Avrupa’ da hep mutsuz oluyorlar. Çocukları iyi büyütüyor muyum, çocuklara yeterli vakit ayırmıyorum, kocama vakit ayıramıyorum vs şeklinde düşünüyorlar. Bu kötü hisler içinde kadınlar kariyere başlıyorlar ama sonra vazgeçiyorlar.

Türkiye’de bu durum böyle değil çünkü kariyer yapan, iyi para kazanan kadınlar bir şekilde burada çocukları için bir dadı tutuyor veya evi için ev işlerini yapacak birilerini bulabiliyor, böylece de acaba evimle ve çocuklarımla yeterince ilgilenmiyor muyum diye bir Avrupalı kadar düşünmüyor. Bunu bence bir Avrupalı kadar kafasına takmıyor çünkü dediğim gibi evi ve çocukları için gerekli olan hizmeti burada rahatlıkla sağlayabiliyor. Orada bir genel müdür bile buradaki saydığım hizmetleri almak için gerekli parayı çoğu zaman kazanamıyor.

Türkiye’deki insanlar çok fazla detay odaklı değil, sonuç odaklılar bunu ben de öğrenme aşamasındayım. Çünkü ben çok fazla detay odaklı bir insanım. Bu durum kadın erkek iş yaşamında da geçerli burada herhangi bir firma kim kadın, kim erkek diye sormuyor, kim daha iyi çalışıyor ve kim daha çok çalışıyor diye soruyor. Kadın daha verimli çalışıyorsa önemli pozisyonları ona veriyorlar bundan dolayı burada farklı bir mantalite var fakat Avrupa’da daha detay odaklılık var. Onun için burada o aradaki şeyler çok önemli değil sonuç daha önemli.