Müzik ve Mimarinin Kesişim Noktası

1968 Mardin’de doğan Cem Sorguç, çocukluğunu bir çok farklı şehirde geçirmiş bir mimar. 1986 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Mimarlık eğitimine başladığında, İstanbul’la tanışmış. Bu eğitime paralel giden hayatı pek de kolay, huzurlu olmamış. Mimarlığı seven, uğraşa aşina olan ve isteyerek tercih eden ama mimarlık ile hayata devam edip etmeyeceğini bilemeyen düşüncelerle 30 yaşına kadar kavga ededurmuş.

1968 Mardin’de doğan Cem Sorguç, çocukluğunu bir çok farklı şehirde geçirmiş bir mimar. 1986 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Mimarlık eğitimine başladığında, İstanbul’la tanışmış. Bu eğitime paralel giden hayatı pek de kolay, huzurlu olmamış. Mimarlığı seven, uğraşa aşina olan ve isteyerek tercih eden ama mimarlık ile hayata devam edip etmeyeceğini bilemeyen düşüncelerle 30 yaşına kadar kavga ededurmuş.

Mimarlık eğitimimin ilk yılı olan 1987 itibariyle çalışmaya başlamış, aslında biraz da çalışmak zorunda kalmış. Röleve, teknik ressamlık, maket ve epeyce de şantiye işinde çalışmış... 90’ların ikinci yarısında ise ofis mimarlığı yapmaya başlamış. Daha çok iç mekân veya renovasyonişlerine kanalize olmuş. 2000 yılında askere gidip gelmesinin akabinde yine Mimar Sinan'dan şehir plancısı Melih Birik ile “cm tasarım” olarak kendi işini yapmaya başlamış. İç mekan projeleri, uygulamaları, bir kaç kentsel yarışma, kurumsal tasarım çalışmaları yapmışlar. 2005 itibariyle Birik akademik ve kentsel çalışmalara dönük bir tercih yapınca; Sorguç da yapısal mimariye ilgi duyduğu için ofisi dönüştürerek, yeniden kurmuş ve cmmimarlık macerasını böylece başlatmış.

Sorguç’un ofisinin yapısı bugün tasarım ve iç mekanı dahil bütüncül bir yapı mimarlığı temelinde yürüyor. Zamanında yaptığı kaba ve ince şantiye deneyimleri ile iç mekan ve mimari elemanların endüstriyel tasarımları, projelere bakışında ve ortaya koymasında fayda sağladığını söylemek mümkün. Bütüncül bir mimari anlayış gütmeyi tercih eden Sorguç bir projenin tasarımı, detaylandırılması, iç mekanı, konstrüksiyonu ve hatta mali fizibilitesini birbirinden ayırmadan bakmak ve bu doğrultuda ortaya koymaya çalışıyor. Dolayısıyla ofis kurgusu içerisinde alt kollara dair bir departmanlaşma, kişiselleştirme yok. cmmimarlık’ta bir proje başlagıncından itibaren analizleri, konsepti, uygulama projesi, metrajı ve saha kontrolüne kadar tüm evreleri ile düşünülüyor. Süreci yönetmenin ve takip etmenin önemli ve dinamik bir etkisi olduğuna inanıyorlar. Bu onlara göre aynı zamanda projeyi içselleştirmenin de en önemli kıstası. Bir diğer önemsedikleri konu da projeler arasında yaratmaya çalıştıkları geçişler. Ofiste çalışan her kişi, diğer projeden haberdar ve takvime bağlı olarak yoğunlaşılan birincil projenin yanı sıra başka bir projeye geçiş yapabiliyor. cmmimarlık bugün 13-15 kişilik orta ölçekli bir ofis. Sorguç’a göre 15 mimar birlikteliğinin üzerindeki bir mimari ofisin, işletmesini değiştirmesi gerekir. Ama bu onun bugüne kadar özellikle muhafaza etmeye çalıştığı bir tercih olarak sürdürülüyor.

Cem Sorguç aynı zamanda 18 yıldır Açık Radyo’da müzik temelli çeşitli programlar yapıyor. Mimarlık ve müzik arasında matematiksel bir ortak payda yakaladığını düşünerek, müziğin ve mimarinin iki boyutlu dünyanın uzunluk ve mesafelerden oluşan çizgisini kullanıp, kendini düzenleyen yapı ile birbirine bağladığına inanıyor.

Kendisi gibi Mardin’li olan, kitapları ile kuşkusuz en vazgeçilmezlerimizden Murathan Mungan’ın evi, Açık Radyo’nun Karaköy’deki yeni binası, İKSV Binası’nın altındaki uğrak noktalarımızdan Salon gibi bir çok özel projede cmmimarlık imzasını görebilirsiniz.

2014 senesinde NoXX Apartmanı ile Yapı dalında Ulusal Mimarlık Ödülü aldıktan sonra, geçtiğimiz ay da aynı proje ile Mies Ödülleri’ne aday gösterildi. Biz de cmmimarlık’ın kurucusu Cem Sorguç’la söyleştik.

Geçtiğimiz yıllarda Murathan Mungan’ın evini tasarladınız. Bir mimar ve yazar bir araya geldiğinde nasıl bir süreç doğdu aranızda?
Evin tasarlanması ve inşai süreç ile hayata, ağaçlara, kedilere, kitaplara, müziklere dair gündelik hayatın süreci birbiri içerisine geçerek ilerledi. Gündelik yaşamına dair yaptığımız sohbetler ile benim kollamaya çalıştığım açık plan üzerinden mekan kullanımını oluşturmaya çalıştık.

İlginç olan bu süre zarfında Murathan’ın zaman zaman bir mimar benimse –ki hiç haddim olmayarak- kendimi bir yazar gibi hissetmem oldu. Murathan’ın müthiş bir mekansal algısı var. Bu kıymetli bir şey. Her zaman ifade edemeyebilirsiniz ama hissedilir. Projeye başladığımız ilk aşamada zor olacağını düşünmüştüm ama öyle olmadı. İtimat etti. Bu da benim için önemli. Dolayısıyla süreç çok sağlıklı çalıştı. Hassasiyetlerimiz de bir araya geldi, muhtemelen.

O sıralar Murathan “Şairin Romanı”nı yeni bitirmişti. Okuyanlar bilir, romanda epey bir mekansal kurgu, tasvir vardır. Bu gündem de bizim ev üzerinden genel mimari konuşmamıza vesile oldu. Hala, pek sık olamasa da, gidip evin yaşam halini izliyorum. Ayrıca hem konstrüktif hem de çevresel bağlamı anlamında önemsediğim, sevdiğim işlerimizden biridir. Bir gerekçesi de tabii ki ev sahibi...

2014 yılında NoXX Apartmanı ile Yapı Dalında Ulusal Mimarlık Ödülü aldınız. Şimdi de Mies Ödülleri’ne aynı projeniz aday oldu. Bu ödülü aldığınız projeniz binlerce metrekarelik bir projenin aksine, büyük ilgi gördü. NoXX’a olan bu ilgiyi ve ülkenin en prestijli ödülü ile taçlandırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zamanına dair doğru bir şey yapmak istedik. Strüktürü çelik konstrüksiyon olan katmanlı bir konut olması ve bunun aşikar kılınması muhtemelen ortamda ayrı bir yere düşmüş olabilir. Bildik bir yapı yapma tarzı ve sonucu olmadığından olsa gerek diye düşünebilirim -ki farklı bir şey yapma kaygısıyla tasarlamadık. Jüri, projeyle ilgili raporunda NoXX Apartmanı’nın içinde konumlandığı çevreyle ilişkisi bağlamında yüzyıl başı yapı karakterine göndermede bulunması, alışılagelmiş apartman tipolojisi karşısında malzeme seçimi ve strüktürel elemanlar ile sergilediği yalın tavrı ve oluşturduğu temsil değerlerinin gözetildiğini dile getirmişti. Tekil bir yapı. Yerine özel bir houte couture. Başka bir bedene uymayabilir ya da sakil olma ihtimali taşıyabilir. Dolayısıyla beden ve giysi gibi yer ve yapı ilişkisi kurulmaya çalışılmış bir çaba. Konut sektörünün satılabilir alan ve tabi olduğu imar durumundan oluşan yegane bağlamı dışında bir yerde durduğunu, başka sorunları ya da etkenleri de içermeye çalıştığını söyleyebilirim.

Bu projenin ortaya çıkmasında işvereninizin tavrı nasıldı?
NoXX bizim için enteresan bir şanstı. İşvereni sağolsun, bize güvendi. Çelik bir apartman. Ama yerini gördükten sonra “Buraya bir çelik apartman yapsak ne güzel olur” diye çıkardığımız bir proje değil. Bu tamamen, fiziki konum, şartlar, tarihsel bağlam ve lojistiğin üstüne gidilerek alınan bir karardı. Konvansiyonel inşaat şartlarının zor olduğu bir yerde, zaman ve benzeri bir takım kıstaslar da olduğu için böyle bir karar aldık. Bu yapının kullanıcılarının bölgeye dair verilerle daha tekil yaşayan, bildik mesai dahilinde çalışmayan veya en fazla iki kişi bir arada yaşayan insanlar olacağı kabulüyle hareket ettik.

Peki proje nasıl hayat buldu?
Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğrenciyken bu bölgenin eski, duvarlarının sıvaları dökülmüş evlerinde yaşadım. Tavana baktığınızda volta döşemenin paslı putrelini görebilirdiniz; o putrel size bir şey der. Döşeme tuğlası da putrel ile birlikte başka bir şey. Eski yapılar da eski kitaplar gibi dönem bilgisini içerir, unutulmuş bazı pratik içeriklere sahiptir. Sadece mimari değil, teknolojiye, gündelik yaşama, ekonomiye dair belge ortaya koyar. Yapısal çelik, bölgenin mevcut dokusunda olan bir konstrüktif öğe. Biraz ona da yaslanmak istemiş olabilirim. 20-25 yıl sonra bu yapı buradan kaldırıldığında, sökülüp çeliği başka bir yere götürülebilir, buraya da başka bir bina yapılabilir. Bunların hepsinin bileşkesinde, tamamen konstrüksiyon kararıyla ortaya çıkan bir mimaridir bu. Yani strüktürüyle, strüktürün çelik olmasıyla ve bunun katmanlaşmasıyla. Bir makine gibi bir çok detayla tamamlandı NoXX. Projesinin tasarım süreci, olası imalat sürecinin ve güçlüğünün bir tezahürü denebilir, ama sadece tek bağlam üzerinden okunmamalı. Bölgenin az da olsa kalan mevcut yapı mirası ile zamanının karma yapım teknolojisi, strüktür olarak bize ilham verdi. Bir iç mekan projesi yapmadık, hatta bunu söz konusu bile yapmadık mesela. Yapıyı tasarlayıp kurduk ve içi dışı bir ortaya çıktı.

Her gün çevremizde eski bir bina kentsel dönüşümün veya depreme karşı zayıf olduğu için yok olup gidiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
“Kentsel Dönüşüm” ile başlayan bir cümlenin hiçbir şey ifade etmediğini düşünüyorum. Yeterli raporları ve hatta hiç raporu dahi olmadan bir binayı gözden çıkarmak maalesef mümkün artık. Yılına bakıp ‘Eski mevzuata tabi, demek ki çürük’ kanaati bana art niyet işaret ediyor. Hep söylüyorum; yüzyıllarca öncenin mimari mirasını da dönüşüme mi tabi tutacağız? Çünkü sadece konutlar değil kütüphaneler, idari yapılar gibi dönemin nitelikli kimi dönem kamu yapıları da yıkılıyor. Kentsel hafıza hasara uğratılıyor. Şehirler tarihinden bir büyük pasaj çekilip atılıyor. Modernizmin Türkiye ile girdiği en görünür diyalog alanı olan mimarlık, peyderpey zamandan ve tarihimizden cismi ile düşüyor. Ve maalesef çoğu zaman bir apartman binasında dahi gelen gideni aratıyor.

Bunların yanı sıra tüm bu dönüşüm dalgası sadece yapılaşmadan bahsediyor. Halbuki kentler sadece yapılardan oluşmuyor. 7 metrelik mevcut bir sokak gabarisi, aynı çekme mesafeleri dahilinde 2 misline, 3 misline çıkabiliyor. Bir önemli nokta da malum dönüşüm dahilinde bilhassa konutlar özelinde mülkiyetler dönüşümü, değişimi... Sosyal çevre ve toplumsal ilişkiler de mekan üzerinden değişiyor. Var olanlar dağılıyor. Hafriyat kamyonları ile evden eve nakliye kamyonlarının dayanılmaz trafiği...

Yarışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Ödül endüstrisi gibi bir kavram olumlu-olumsuz bir çok eleştiri alıyor. Sizce ödül endüstrisi diye bir kavram var mı? Bu anlamda yarışmalar ve ödülleri nasıl nitelendiriyorsunuz?
Kolayına kaçayım. Yarışma var, yarışma var, diyeyim. Ama şimdi bu latifeden öte bir gerçeği de işaret ediyor. Aslında ödül endüstrisine tabi yarışmalara, yarışma demek doğru değil. Çünkü müsabaka yok ortada. Yani konkur diye de tabir edilen mimari yarışmalardan bildiğimiz bir konu veya konular etrafında zaman kıstası dahilinde eş koşullarda bir müsabaka değil bu. Bu temel ayrışma doğrultusunda da bir çoğu kıymeti kendinden menkul bir seçmece haline geliyor. Diğer bir sakıncası, ödüle dönük mimari üretim mekanizmanın türemesi. Ödülü hedef belleyen, kullanıcısı, işvereni olmayan bazı projeler.

Fakat tüm zafiyetleri ve defoları dahilinde, gerek Türkiye’de, gerekse dünya genelinde kimi hakkını teslim etmemiz gereken ödüllendirmelerin, hadi buna ‘iyi yapıyı işaret etmenin’ diyelim, faydası olduğunu da düşünüyorum. Bir kere zamansal envanter oluşturuyor. Mimarinin gündem oluşturmasına, mimarların harici de konuşulabilmesine vesile oluyor. Bu dolaylı olarak yaşanılan çevrenin, kentlerin, yapıların, hatta bir koltuğun konforunun dahi asıl kullanıcıları ve toplum ile ilişki kurmasına yol açacak bir ilgiye yol açması demek. Son 10 senedir mimarlık ve yapısal çevrenin daha fazla konuşulagelmesinde bu bahsettiğimiz ödüllerin de payı olduğunu düşünüyorum. Tabii konuşulmasında asıl etkenin yoğun yapılaşma hızı ile şehirlerin seri, programsız ve kontrolsüz dönüşümü olduğunu teslim ederek...

Bir yarışma neticesi kazandığınız konut projelerinizden birisi olan Tekfen projesini anlatır mısınız?
Konsept itibariyle yönler arasında geçirgen bir zemin planı oluşturma kaygısı beraberinde peyzajın ve ortak kullanımların bir mafsal teşkil etmesi ve yeknesak bir mekan algısı, kurgusu değil değişken, sekansiyel bir yerleşke kurmaya çalıştık. Dış mekan kurgusu ile iç mekanlar arasındaki sınırları gerek kullanım gerekse de görsel olarak esnetmek istedik.

Türkiye’de bu tür arakesiti hedefleyen bu ölçekte proje yok denecek gibi. Ya mekansal, mimari kaygısı asgari veya hiç olmayan, yerini kullanıcı farklarını umursamayan TOKİ ve benzeri projeler var ya da daha yüksek gelir grubunu hedefleyen projeler. Fakat bizim bir grubu estetik ile tanıştırmak, angaje etmek ya da bizim de sürekli sorguladığımız ‘estetik’ fikrinin dayatılması, bunun kabul bellenmesi gibi bir misyonumuz da, iddiamız da yok. Olması gerekenler üzerinden doğru bir tasarım yapmaya çalışıyoruz.

Bir site, kent içinde kendine dönük bir yapılaşma değil, zaman ölçeği dahilinde bir yaşam alanı, komşuluk ilişkilerine imkan tanıması ihtimalini kollayan bir yerleşke olması işverenimiz Tekfen’in de, mimar olarak bizim de ortak paydamızdı. Bu ilişkinin olumlu bir sürece açıldığını düşünüyoruz.

Şu an üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Benim vaziyet planı ölçeğinde de pek önemsediğim, işverenimizle birlikte düşük maliyetle kaliteli mekan, konut iddiasında olduğumuz bir yerleşke, birisi ilerlemiş bir diğeri masada olan kent içi otel ile bir sahil oteli ayrıca yatay yoğunluklu bir tipolojik deneme olarak karma kullanım bir yapı çalışıyoruz. Bugünlerde saha imalatına aktarılan ve benim de yıllardır tipolojik olarak önemsediğim konut çözümleri dahilinde 2 ayrı apartman projemiz var. Ayrıca Mimar Mutlu Çilingiroğlu ile birlikte yaşlılar için bir sosyal proje üzerinde çalışıyoruz.

Küçük ölçekli projeler mi, yoksa büyük ölçekli projeler mi size heyecanlandırıyor? Bu şekilde bir ayrım yapar mısınız?
Yapamıyorum. Küçük ölçek ile büyük ölçek çalışmanın heyecanları farklı ve neticede büyük ölçek de olsa günün sonunda ölçek küçülüyor. İmalata yaklaştıkça veya imalat ilerledikçe önümüze gelen ve keyif veren detay çözümleri projenin hücrelerini oluşturuyor. Ben buna projenin hücreselleşmesi diyorum ki hücrenin yapısını oluşturan malzeme ve ilişkileri de buna dahil. Bu bizim için olmazsa olmaz. Mimari program yoğunluğu, kentsel ve buna bağlı coğrafi bağlamının ön planda olması, insan faktörünün artması büyük ölçekli projenin kritik noktaları ama benzer hassasiyetleri görece daha küçük projelerde de kollamaya çalışıyoruz. Böyle de olmalı. Gerek Mimar Sinan Üniversitesi’nde gerekse de İTÜ’de proje atölyesi yürütürken rastladığım en temel sorun büyüklük, küçüklük kavramı. Mimaride alan büyüklüğünün en önemli etkeni ve bağlayıcılığı kent ve çevre ilişkisine dair fark. Yoksa hepsi hücrelerden oluşuyor ve öğrenciler ile çalışırken de söylediğim şey büyük ölçek proje çalışmasında kentsel hassasiyetlerinin teslim edilerek, ana fikrin aktörlerin ve disiplinlerin çoğalmasından öte bir şey olmadığı.

En çok hangi tipojide yapı üretmeyi seviyorsunuz?
Yakın zamana kadar, konut ve ofis tipolojisi ve bu tipolojilere dair sorgulamalara dönük üretim derdim. Özellikle ofisin kurguları, tipolojileri dahilinde zamansal etkenlerin, teknoloji ve çalışma şartlarının ve ihtiyaçlarının esnemesi, değişimi ilgi çekici bir konu. Yanı sıra grup konut yapmayı da seviyorum ama karma ve esnek kullanıma tabi yapıları çalışmak ayrı bir haz veriyor. Lafın özü, bir süredir tipolojilerin dayattığı mimari programları sorgulayan bir mimari tasarım süreci daha çok ilgimizi çekiyor ve hayata geçirmeye çalışıyoruz. Mimarinin sosyal değişimlerin ve teknolojinin ardı sıra hareket ettiğini düşünüyorum. Yani mimarlık ile hayatı değiştiremezsiniz. Olsa olsa hayatın akışına ayak uydurmasına çalışır, buradan yola çıkarak yaşanılan, kullanılan mekanları yorumlamaya ve görebildiğiniz kadarıyla gardını almasına çalışırsınız. İyi okunup yorumlanabilmesi de yapının soluğunu ve dönemsel kıymetini oluşturur. Gerek tipolojiler gerekse de mimari formlar ve hatta üsluplar, dünya tarihine dair ara kesitlerdir. Yoktan var olan, bağlamsız mimari formlar ve üsluplar yoktur. Barınan, inşa eden insanlık tarihinin sürecidir. Önemli olan önceden olup olmadıkları değil, nasıl kullanıldıkları ve zamanından ne kadar pay aldıklarıdır.

Mimarlıkta kurumsallaşma konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu ülkede mimarlıkta kurumsallaşma diğer alanlardaki kurumsallaşmadan farklı bir kader çizmiyor. Geleneksel yapımız ve iş yapma biçimimizin alışkanlıkları dahilinde oluşan bir kültür. İyi, kötü tartışılır. Kurumsallaşmak şayet pratik bir yarar sağlıyor, ortaya çıkan ürünü ve çalışma biçimini olumlu etkiliyorsa önemli. Paye addedilen kurumsallaşma gayesi altında hantallaşan ve bu kelimenin altında kalan ‘kurum’lar da olabilir, ki var da. Mimarlık kurumsallaşma ile arasında mesafe koyabilecek mesleklerden biri. Herhangi bir kitaba, tüzüğe, yönetim kurulu kararına tabi olamaz. Olsa olsa şirketleşen yapısının hacmine bağlı olarak, mimarlıktan muaf, şirket yönetimine dair kurumsal bir yapı oluşturulabilir. Mimarlık tıpkı doktorluk gibi özne ile anılır. Bir mimari sorununuz veya cevaplanması gereken sorunuz varsa itimat edebileceğiniz bir adres ararsınız. Yarı-kurumsallaşma benim daha sevdiğim bir tabir. Daha doğrusu böyle bir tabir var mı, onu da bilmiyorum.

İletişim yönü güçlü bir ofis olduğunuz görünüyor. Mimarlık ofislerinde bu konu gözardı edilmeyen işlerden. Sizin iletişimin önemine dair fikriniz nedir?
Aslında iletişim geldi bizleri buldu. İletişim ile dijital mecranın vazgeçilmez ve cazip bir hale gelmesi zamanımızın ruhu. Sadece ofisler, kurumlar için değil, bireyler, gündelik hayat da açık bir iletişim halinde. Yaptığınızı, yapacağınızı, ağlamamızı, gülmemizi iletir, ortaya serer hale geldik. Bizim gibi içine kapalı bir toplum ve bireyleri büyük bir hız ve agresyon ile kendini ortaya koyuyor. Monografi, biyografi ve belgeleme yoksunu bir toplum, dünyanın en fazla dijital sosyal mecralarını kullanan toplumuna dönüştü. Dünyanın sınırlar muğlaklığı da bunda etken, ama baktığımızda fiziki ve etnik sınırların keskinleşmesi de tuhaf bir şekilde çelişik bir durum oluşturuyor. “Mimarlık büyük bir meslek” der, Gordon Matta Clark ve ekler: “Fazlasıyla masraflı bir girişim, bundan dolayı da tam teçhizatlı propagandasını donanarak geliyor.” Tabii bu bir eleştiri, malum.

Mimarlığın haricinde Pazartesi akşamları Açık Radyo’da bir programınız var? Program nasıl başladı?
1996 yılında Açık Radyo’da İştar Gözaydın ve Cüneyt Cebenoyan ile Simon Raynolds ve Joy Press’in The Sex Revolts kitabını temel alan “Erkekler Kadınlar ve Rock’n Roll” isminde bir program ile radyoya başladım. Zaman içerisinde program evrildi ve uzun yıllar biz Cüneyt ile programı başka formatlara, seslere sürükledik. Yaklaşık 10 yıldır da yalnız program yapıyorum. Toplamda 18 yıllık Açık Radyo serüveninde hep müzik temelli çeşitli programlar yaptım. Bugün geldiğim konsept, zaman içerisinde ilerleyen şahsi müzikal beğeni, eleme ve seçme sureci. Ama müziğin sadece müzik olmadığına inananlardanım. Müziğin tarihsel ve mekansal farkları, müzisyen tavırlarının zaman içerisinde değişimi yani biyografik etkisi, sosyal etkisi, diğer disiplinlerle ilintisi, sesin denemeleri ve insan dinleme alışkanlıkları ilgimi çekiyor. Gerekli mesai sarfedilmezse müziğin de tıpkı plastik sanatlar ya da mimarlık gibi beğenisinin, seçiminin durağan hale gelmesi, atıl hale gelmesi mümkün. Belki bu yüzden provakatif bir konsept olabilir. Ama kestirmeden söyleyeceğim sevdiğim ve önemli olduğunu düşündüğüm bir playlist kurmaya çalışırım. Bazen de halet-i ruhiyem dahilinde yürüyorum ki bu da benim biyografik yansımam olarak kabul edilmeli.

Müziğe olan tutkunuz mimarlığa yansıyor mu?
Yapma hali ile ilgili yansıyor olabilir. Müzik benim için mimarlıktan önce var olan bir uğraş. Mimarlık ile buluşunca da mekan ve ses ilgimi çeken konular oldu. Epey bir süre müzik yazıları da yazdım. Sonrasında ve bu tür sorular gelince farkettim ki müziği algılama biçimim mimari bakış açısını da içeriyor. Tersi de söz konusu olabilir. Mimari beğenimi ve yapma halimi dinlediklerim mutlaka etkiliyordur. Birbirine geçilebilen, geçilme ihtimali taşıyan, çekegeldiğim vagonlar diyorum.

Mimarlıkla müzik arasında bir bağ kuruyor musunuz?
Çok net olarak nasıl bir bağ vardır, bilemiyorum. Müziğin üretim ve deşifrasyonu ile mimarlık arasında bir bağ kurulabilir belki. Benzerlikleri her ikisinin de hacim yaratıyor olması farklılıkları ise bu hacmi yaratan elemanları, bileşenleri. Terminolojilerinin de birbirinden çok uzak olmadığını düşünüyorum. Mimarlıkta da müzikte olduğu gibi devamlılığı ve bütüncül bakışı bozmadan bir yerden bir yere gitme hali var. Araçlarınız farklı. Biri notaları, sesler ilişkisini, bir diğeri yapı elemanlarını, uzamı kompoze ediyor. Müzikteki perde-zaman ilişkisi ile mimarideki uzam-zaman ilişkisi paralelliğinin kıymetli bir geleneksel bağ, akrabalık teşkil ettiğini düşünüyorum. Fakat şunu da ilave etmem gerekir ki çağdaş kompozisyonlar, sound-art örneklerde olduğu gibi ses nasıl perdeyi içermek zorunda değilse, günümüz mimarisinde de uzam mimarinin sorgu alanlarından biri. Dolayısıyla gene güncel bir müzikal ilişki var. Tabii herşey matematik ortak paydasında buluşuyor. Müziğin ve mimarinin her ikisi de iki boyutlu dünyanın uzunluk ve mesafelerden oluşan çizgisini kullanıp, kendini düzenleyen yapı ile birbirine bağlıyor.

Peki ya mimar olmasaydınız hangi mesleği seçerdiniz?
Yanlışı seçerdim. Ya da o meslek beni seçmiş olurdu.