Türkiye’de mimarlık eleştirisi denilince akla gelen bir kaç isimden birisi Prof. Dr. Celal Abdi Güzer mimarlık ve tasarımla ilgili araştırma ortamı oluşturmayı ve proje üretimini amaçlayan CAG Mimarlık Atölyesi’nin kurucusu.
Türkiye’de mimarlık eleştirisi denilince akla gelen bir kaç isimden birisi Prof. Dr. Celal Abdi Güzer mimarlık ve tasarımla ilgili araştırma ortamı oluşturmayı ve proje üretimini amaçlayan CAG Mimarlık Atölyesi’nin kurucusu.
Güzer aynı zamanda ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde de öğretim üyesi olarak görev alıyor. Araştırma konuları arasında Mimarlık Eleştirisi’nin yanı sıra Yakın Dönem Mimarlık Kavram ve Uygulamaları, Konut ve Toplu Konut Yapıları, Kentsel Tasarım ve Kentsel Yenileme Projeleri, Yapılarda Çevre Duyarlılığı ve Sürdürülebilirlik gibi konular yer alıyor.
CAG Mimarlık Atölyesi geleneksel anlamda bir ofis olmaktan ziyade, mimarlık, tasarım ve yayın alanında farklı projelerin yer aldığı bir üretim ortamı olma özelliği taşıyor. Celal Abdi Güzer’in yanı sıra, ODTÜ öğretim üyesi olan Lale Özgenel’in ve proje konuları özelinde farklılaşan tasarımcı ve uzmanların bir araya geldiği bu atölye akademik birikim ile uygulama alanını eleştirel bir kültür ve üretim ortamında buluşturmayı amaçlıyor. Buna yönelik olarak başta akademik ortam olmak üzere çeşitli kurum ve bireylerin katkı ve katılımlarına, geliştirilecek ortak proje ve beraberliklere ortam hazırlıyor. Bu beraberliklerden Zeugma Müze projesi, Zafer Koleji, Seviye Okulları, TED Üniversitesi gibi projeler ortaya çıkıyor.
2013 yılında Türkiye’nin mimarlık arşivinin oluşması adına başladığı Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor söyleşileri ile mimarlık gündemini mercek altına yatıran Celal Abdi Güzer, aralarında David Chipperfield, Massimiliano Fuksas, Eric Owen Moss gibi dünya çapında nam salmış mimarlarla söyleşiler yaptı. Biz de bu ay Güzer’e hem bu projeyi, gelecek konusundaki fikirlerini, eleştirelliğe bakışını, başkanı olduğu Antalya Mimarlık Bienali’ni sorduk.
Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor projesini ve amacını anlatabilir misiniz?
Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor projesi benim çok önemsediğim ve sevdiğim aslında Türkiye’de de eksik olan bir boşluğu dolduracak olan bir proje. Tek tek mimarlarla hem onları tanımaya yönelik hem de onların mimarlığa dair düşüncelerini öğrenmeye yönelik bir arşiv oluşturma projesidir. Bir yandan böyle bir arşiv oluştururken de, bir yandan da güncel tartışmaların içine ister istemez giren bir proje. Farklı profildeki mimarları ve farklı ölçekteki mimarlık tartışmalarını, mimarlığın içindeki farklı disiplinleri, var oluşları bir araya getiren bir projedir. Bundan kastım şu, bir yandan akademisyenler, eleştirmenler, tarihçiler ama özellikle ve ağırlıklı olarak mimarlık pratiği ile uğraşan kişiler, gençler, orta kuşak, biraz daha deneyimli mimarları ve uluslararası mimarları kapsamaya çalışan bir projedir. İnsan böyle içine girdikçe daha çok kişiyle konuşsam daha çok biriktirsem diye düşünüyor. Tabi bu mümkün değil. Belli seçmelerle, belli imkânlarla gitmeye çalışıyoruz. Ama bence bunun en önemli yönü sadece bugüne hitap eden bugünle ilgili dinamizm yaratan bir proje olması değil, gelecekte de bugünün mimarlığını anlatmak üzere önemli bir belge oluşturması. Biz burada özellikle sadece mimarın kendisine değil, mimarın pozisyonuna yani mimarlık ortamında kendini yerleştirme biçimine, dünyaya bakışına, diğer mimarlara ve mimarlık bakışlarına da önem veriyoruz. Bunun içinde mimarlık pratiğini anlamaya çalışıyoruz. Bu nedenle sohbetler zaman zaman mimarın kendi işleri özelinde, kendi dünyası üzerinde, zaman zaman da genel olarak mimarlık dünyasına ve ortamına bakış olarak çeşitlenebiliyor.
Söyleşileriniz ikili bir süreci var diyebilir miyiz?
Evet, böyle bir ikili ayağı var, hem mimarı yakından tanıyoruz, nasıl çalıştığını büro örgütlenmesini, projelerini, projelerin arka planlarını ve öte yandan da o mimarın mimarlık ortamını Türkiye’ye dünyaya bakışını görüyoruz. İster istemez eleştirel bir zemini var. Mimarlık eleştiri içinde kendine bir yer ediniyor ve hem ayrı ayrı okunmaya hem de bütün bunların bir araya geldiğinde başka türlü okunmaya açık bir projedir. Nitekim geri beslenimlerinden de aslında amacına en azından yaklaştığına dair hisse kapılıyorum. Başta gençler ve öğrenciler olmak üzere oradaki konuşmadaki tek kelimeye takılmaktan tutun da binalar ve kişiler üzerine genelde projenin bütünü üzerine yorumlar ve geri beslemelerle ki bunların çoğu çok olumlu. Projeyi destekliyorlar. Çok talepkârlar bu da hoş bir şey. Her gün listeler geliyor, şununla konuşsanız bununla konuşsanız diye, bunu niye atladınız, bunu neden görmezden geldiniz diye. Bazıları kızgın, bazıları talepkâr görüşler geliyor.
Akademinin ilgisi var mı?
Bir takım akademik çalışmalarda kullanılıyor, bu çok hoş bir şey. Yani bu düzeyiyle ilgili bir şeyi gösteriyor. Konuşmanın içeriğinin akademik ortamı beslediğini gözlemliyorum. Benim öğrendiğim bu sene birkaç okulda sadece bu söyleşilerden hareketle derslerde tartışmalar yürütülmüş ve bunun üzerine değerlendirmeler yapılmış. Bunların geri beslemeleri geliyor. Bu da çok çok hoştur. Diğer taraftan bakınca da mimarlar birbirini tanıyorlar ve birebir anlıyorlar diye düşünüyorum yapılan işleri. Ama sanıldığı gibi bir mimarı doğrudan eleştirmeyi hedefleyen bir program değil. Hatta böyle bir beklenti de oluşuyor. İşte bunu sormadın, şunu sormadın diye. Çünkü programın derdi çok spesifik meseleler üzerine bir şey oluşturmak değil. Genel olarak bir mimarlık ortamıyla ilgili konular dert ediniliyor. Onun için de bazı detaylar ve çok özelleşmiş meseleler kayabiliyor. Yani bizim koyduğumuz önceliklerin yanı sıra söyleşiye katılan mimarın öncelikleri de yönlendirici olabiliyor.
Aslında şöyle bir kurgu izlendi. Başlangıç noktasında biraz daha üstten bakarak Türkiye ve dünya mimarlığını anlamaya çalışan içinde olduğumuz dönemde birtakım giriş söyleşileri yapıldı. Bunlar arasında Uğur Tanyeli ile başta Süha Özkan ile yapılan söyleşiler sayılabilir. Onlar, kendi mimarlığa bakışlarının yanı sıra ortamı okumaya yönelik şeylerdi. Ondan sonra böyle bir farklı kuşaklardan mimarları bir arada genel resme eklemelere çalıştık. Buna zaman içinde uluslararası isimler katıldı bu çok önemli.
Uluslararası isimler arasında Massimiliano Fuksas, David Chipperfield, Eric Owen Moss, Charles Renfro sayılabilir. Onlarla konuşmalarınızla Türkiye’den bir mimarla konuşmanız arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Nasıl bir söyleşi, iletişim gerçekleşiyor?
Benzerlikler ve farklılıklar var. Yani benzerlikler tabi ilginç bir şekilde mimarlık kültürünün ortak bölenleri ve hassasiyetleri var. Bu konuda dünyanın neresinde olursa olsun insanlar aynı hassasiyetleri gösteriyor. Ama tabi daha çok yabancılarla yaptığımız söyleşilerde Türkiye’ye dışarıdan bakışı önemsiyorum. Dolayısıyla görüştüğümüz her yabancıya Türkiye ortamını, çağdaş Türkiye mimarlığını, Türkiye ortamının bu gününü nasıl görüyorsunuz sorusunu soruyorum. Bunu aslında biraz da üzülerek izliyorum ki çağdaş Türkiye mimarlığıyla ilgili büyük bir farkındalık yok. Yani genellikle yorumlar İstanbul övgüsü, o da hani kentin bütününü oluşturan bir turistik mimari, imaj ölçeğinde kalmış bir İstanbul övgüsüyle sınırlı kalıyor. Onun dışında spesifik şeylere çok özel değilse girilmiyor. Bir iki tane isim elbette tanınıyor. Başta Emre Arolat, Murat Tabanlıoğlu olmak üzere uluslararası ortamda var olan kişilerin yaptığı birkaç yapı biliniyor ama böyle bir Türkiye mimarlığının uluslararası ortamda bıraktığı derin bir iz olmadığı o anlamda anlaşılıyor.
Nasıl farklar gözlemlediniz peki?
Önemli bir fark olarak söyleşi yaptığımız kişilerin çoğu mimar olmanın yanı sıra aynı zamanda bir mimarlık eğitmeni, bir mimarlık eleştirmeni, teorisyeni gibi davranıyorlar. Özellikle biz o kişileri seçtiğimizden değil de uluslararası ortamda o konuma gelen veya o konumda olan mimarların genellikle o dirsek teması içinde olmaları. Akademiyle mimarlık teorisi ve pratiğiyle Türkiye’ye döndüğümüzde bu kadar net değil. Elbette bazı isimler okullara part-time olarak gidiyorlar ama onlar bu programlar içinde belirleyici aktör değil. Genellikle o programa katılan ve onu zenginleştiren kişiler olarak var oluyorlar. Mesela Fuksas bütün bu yoğunluğuna rağmen yıllardır köşe yazmaya devam ediyor. Onu da söyleşide öğrendim. Hiç ara vermemiş. Düşüncesini her zaman paylaşıyor. Okullara katılıyor vs. Eric Owen’un bürosu akademik ortam gibi çalışıyor, bir okul gibi. Hemen hemen uluslararası ortamda öne çıkmış tüm isimlerin akademik ve teori alanıyla böyle bir çok yakın ilişkileri geri besleme imkânları var. Fiilen görev alıyorlar.
Bu projenin geleceği için ne düşünüyorsunuz? Nasıl bir öngörünüz var?
Bu proje gerçekten mimarlık ortamına önemli bir destektir. Öncelikle insan bir sürekliliği olmasını diliyor. Demin söylediğim gibi o kadar çok konuşmamız gereken ve konuşamadığımız isim var ki. Bizden büyük kuşağa henüz yeterince yer veremedik bunla ilgili çok geri besleme alıyorum Cengiz Bektaş, Aydın Boysal, Doğan Tekeli, Doğan Kuban, Doğan Hasol, Şaziment – Neşet Arolat gibi bir sürü isim sayılabilir. Böyle bir gruba ulaşmak, onların arşive katılmalarını sağlamak lazım.
Gençler aynı şekilde Ankara’da genç mimarlarla yaptık, onun devamlılığı önemli gibi geliyor bana. Fakat bunun yanı sıra bu malzemenin arşivlenmesi ve bir şekilde başka formatlarda değerlendirilmesi söz konusu olabilir benim aklıma gelen çok önemli bir şey kitap tabi ki. Yani bu böyle bütününü çözmek gibi değil de, bu söyleşilerden çıkanlarla adeta mimarların kesiştikleri ve çatıştıkları noktaları ifade eden mimarlık üzerine düşünsel bir yayın olabilir. Ona da hiç dokunmadan bütün mimarlardan seçilmiş bazı altı çizilmiş cümleleri bir araya getirerek yapabiliriz ve bunları belli konu başlıkları altında toplayabiliriz diye düşünüyorum. Bu ayrı bir enerji ama çok hoş bir proje olabilir, hatta uluslararası bir proje haline bile gelebilir. Çünkü geri beslemelerden şunu gördüm Fuksas ve Eric Oven kendi ortamlarında bu söyleşileri paylaşmışlar. Oradan geri beslemeler geliyor. Architects Journal gibi önemli mimarlık yayınından ve bir takım farklı dergi ve yayın organlarından teklifler ve sorular geliyor. Bazı söyleşilerde bu insanların bir kısmı çok söyleşi yapan, çok ortamda olan insanlar ama belki bu söyleşinin doğası gereği daha önce söylenmemiş pek çok şeyi de söylemişler. Bunlarında altı çizilerek referans veriliyor. Dolayısıyla bu proje bu anlamda uluslararası ortama açılabilir bir projedir. Söyleşiler World Architecture Community gibi dünyaca tanınmış bir mimarlık portalında da yayınlamaya başladı. Bu uluslararası dolaşımına ve tanınırlığına büyük fayda getirecektir.
Bir yandan pratik mesleki hayatınıza devam ederken, bir yandan da profesör unvanıyla akademik hayatınızı hiç bırakmadan ODTÜ’de ders vermeye devam ediyorsunuz. Hem pratik hem teorik hayatınızı birlikte sürdürmek çok zor olmuyor mu?
Aslında çok zor oluyor. Çünkü bu iki alan birbirine karşı hem zenginlikler, hem de kısıtlamalar sunuyor. Yani benim mesela çok hareket kabiliyetim yok çünkü; asıl mekanım Ortadoğu Teknik Üniversitesi böyle olduğundan dolayı da uluslararası platformlarda pek fazla proje yapmaya fırsatım olamıyor. Şuna inanıyorum ki özellikle mimarlık alanında ve tasarımla ilgili bir dalda iseniz bu pratik yaşamdan çok da kopuk olarak yapılabilecek bir şey değildir. Az önce söylediğim model; Mario Botta’sundan Renzo Piano’ya ondan Bernard Tschumi’ye kim gelirse aklınıza, Mies Van der Rohe’ye, Corbusier’ye kime bakarsanız bakın bütün bu mimarların hem eğitim alanlarında hem de pratik alanlarda hep var olduklarını görüyorsunuz. Türkiye’de de aslında bir dönem böyle Sedat Hakkı Eldem’den başlayan gelenek özellikle İstanbul’da sürdü. Ben bunu bir zorunluluk olarak görüyorum. Her iki alanı da besleyen bir şey ama demin söylediğim gibi kısıtlılıklar var. Bunlardan bazıları şöyle, bu alanda olunca bir kere en başta kendinize karşı çok eleştirel oluyorsunuz. Dolayısıyla her türlü projeyle uğraşma lüksünüz olmuyor. Ben mesela bugüne kadar hiç alışveriş merkezi yapmadım. Bu kötü bir şey diye söylemiyorum ama bunun kendine özgü bir dünyası ve doğası var. Daha çok akademik ortamla bütünleştirebileceğim projelerin içinde olmaya çalışıyorum. Bunlar da işte eğitim, kültür, sanat yapıları veyahut da herhangi bir projeyi yaparken de bir akademik boyutu olmasını gözetmeye çalıştım. Konut projesi yapıyorsam tipolojiyi dönüştürmeye çalışan bir şey yapmışımdır vs gibi… Ne kadar başarılı olmuşumdur o ayrı bir konu ama en azından bir niyet ve çaba olarak böyle bir yol izliyorum.
Atölye diye adlandırdığınız ofisinizde örgüt yapınız nasıl şekilleniyor?
Atölyede kendine özgü bir örgütlenme yapısı var diyebilirim. O örgütlenme yapısı da benim etrafımda bulunan ve benimle bazı değerleri paylaştığına inandığım pek çok kişiyi bu sürecin içine dahil ediyor. Sürecin içindekiler; kendi ayakları üzerinde duran öğrencilerimdir, genç mimarlardır, beraber iş yaptığım arkadaşlarımdır veyahut oğlumdur. Yani etrafımda bulunan insanlarla böyle bir sinerji yaratmaya çalışıyorum. Bunun iki tane faydası oluyor; biri karşılıklı öğreniyoruz, diğeri de üzerimdeki yükü paylaşmış oluyorum. Aksi taktirde benim böyle bir yükle baş etmem söz konusu değil. Bunun içinde şu anda masada bulunan büyük projelerde çeşitli iş birliklerim var. Örneğin Ted Üniversitesi’nde Hüseyin Bütüner’le beraber çalışıyoruz, Zafer Okulları’nı 1141 grubuyla -şimdi isimleri değişti- Fatih, Emre ve Hasan Okan’la beraber yaptık. Seviye Okulları’nı Murat Şalçıgil ve Amanda Prins’le beraber yaptık. Bunun gibi pek çok konu da, pek çok kişiyle iş birliğine giderek bunları çözmeye çalışıyorum. Tabi sadece kendi başıma yapmaya çalıştığım projeler var ama tabi onlar genel de küçük ölçekli!
Bir de bunun tabi sadece bir takım güçlüklerden kaynaklı tercih edilmediğini de söylemeliyim. Bir model olarak başta söylediğimiz büyük kurumsal yapıların alternatifi olabileceğine inanıyorum. Eğer siz o büyük kurumsal yapılarla baş etmek istiyorsanız bu beraberlikleri ve sinerjiyi kullanmak durumundasınız. Ben bunun çok küçük ölçekli bir denemesini yapıyorum.
Gelecek planlarınız arasında akademik hayata yoğunlaşmak mı, mimarlık mesleği ile ilgili bir sürece yoğunlaşmak mı yoksa ikisini birlikte yürütmek mi var?
İkisi birlikte gidiyor tabi çok ayırt etmek mümkün değil ama işte bir takım gündeme gelecek başka projeler var. Farklı akademik ortamları bir araya getirecek bir mimarlık müzesi, açık hava müzesi veyahut mimarlık yaz okulu gibi bir proje var. Böyle bir şeyler olursa biraz daha bunu tekil bir kurumun bünyesinden, bir çok paydaşın olduğu ortama taşıyabilirim ama düşünüyorum, hakikaten başta konuştuğumuz mesela bu söyleşilerin kitap haline getirilmesini de bununla ilgili sergi açılmasını da çok ciddi bir akademik iş olarak görüyorum. Dolayısıyla böyle doğrudan ders verici konumda olmasam bile bu tür konularla ilgilenmek isterim. Bir de bu bir yaşam tarzına dönüşüyor. Aksine projelerde biraz geriye çekilme gibi bir planım var. Belki bu sinerjiyi gençlerle birlikte yaratabilirsem oradaki rolümü biraz daha arka plana taşıyabilirim. Hem bu zaten sadece benim seçimimle olan bir konu değil, zaman içinde de zorunlu olarak da olan ya da olması gereken bir şey diye ben düşünüyorum. O da herhalde yıllar içinde olacaktır. Şimdi işte bir oğlum mezun oldu geldi öbür oğlum da birdenbire mimarlık okumaya karar verdi. Bakalım onlar ne gösterecek…
Ödül furyasına karşı mesafeli tavrınız var. Bunun özel bir nedeni var mı ve bu ödülleri nasıl görüyorsunuz?
Aslında çok da özel bir sebebi yok sonuçta ortalıkta beş altı belki de daha fazla bir kategoride ödül var. Bunlardan bazıları, bazılarına göre değerli, bazılarına göre değil. Para verilerek başvurulan ödül sisteminde yer almayı çok doğru bulmuyorum. Bazı mimarlar için belki kendi iş verenleri ya da kurumlar başvuruyor. Bunlara tabi engel olamazsınız ama sonuçta ödül sisteminin kendine özgü bir kurumsal yapısı vardır. Yarışmalara zamanında çok girdim çok da ödül aldım, çok kez de jüri üyesi olarak yer aldım. Mimarlık proje yarışmaları çok desteklediğim bir alan, onun dışında kurumsal ödüller var. Kurumsal ödüllerden kastım da saygın mimarlık ödüllerinin jürilerinin bağımsız jüriler tarafından verilen ödüllerdir. Bir de bunlar dışında tabi sektörü canlandırmak adına verilen ödüller var. Bunlar da bazı popülerite yaratmak ve ilgi çekmek adına önemli olabiliyor ama son zamanlarda özellikle bir ticari ortam haline de geldi. Yılda yüzlerce, binlerce ödül veriyorlar. Belli katılım koşulunda neredeyse ödülü garanti ediyorsunuz. Hatta geçen gün çok güldük. Acil değerlendirme diye bir kategori açmışlar. Yani ödülün normal verilme zamanına bekleyemiyorsanız ve aceleniz varsa ekstra bir para ödeyip kategori dışı değerlendirmeye alabiliyorlar. Böyle şeyler ortaya çıkmaya başladı. Tabi bunlar belli bir saygınlığı zedeleyen şeyler, ama tabi bu ödülleri alan yapı kötü bir yapıdır anlamına gelmez aynı şekilde almayan yapılar da kötüdür anlamına gelmez.
Ben tabi akademisyen birinin bu tür şeylere katılmasını çok da doğru bulmuyorum ama bazı arkadaşlarımın yapılarını yatırımcılar veya işverenleri sunuyorlar ve ödülleri alıyorlar. Buna diyeceğim yok önemli olan şey ortamı geri beslemesi açısından bu saygınlığı olan ve olmayan ödülleri ayıt etmek lazım.
Bu konuda da iki ölçütüm var; birincisi jürinin bağımsız ve belli olması -bazılarında jüri bile belli değil-, ikincisi de kurumsal olarak bir kabul görmüşlük sürecinin olması o açıdan mesela Mimarlar Odası’nın ödüllerini çok önemsiyorum, ayrıca onlar Türkiye için bir de arşiv oluşturuyorlar o da hoş oluyor…
Siz Antalya Mimarlık Bienali’nin başkanısınız. Sonbahar mevsiminde üçüncüsü gerçekleşecek bienalin teması nedir? Nasıl bir program çiziliyor? Biraz anlatabilir misiniz?
Uluslararası ama mütevazı bir bienaldir. Çünkü uluslararası bienaller büyük bütçe ve network gerektiriyor. Antalya’nın bu girişime kalkışması bir hayli cesaret isteyen bir şeydir. Biz buna elimizden geldiğince destek olmaya çalışıyoruz ve hakikaten de kendi imkanları içerisinde yerleşik bir bienal olma yolunda ilerliyor. Mimarlar Odası ilişkileriyle de uluslararası ayağını oluşturuyor. Orada şöyle bir sistem var. Her sene bir önceki senenin küratörü bir sonraki senenin başkanı oluyor. Ben geçen seneki “şablon” temasındaki bienalin küratörüydüm bu sene de başkanıyım. Başkan olma da çok böyle abartılı bir şey yok, daha çok koordinasyon rolü oynuyorsunuz. Bu seneki küratör de Tansel Korkmaz Bilgin, bu senenin teması ise; mimarlıkla ilgili çeşitli alanlarda geleceği düşünmek. Bunun için de hazırlık toplantıları yapılıyor ve alt başlıklar tartışılıyor. Bienalde de bu toplu bir düşünceye dönüşecek. Tülin Görgülü’nün küratörü olduğu ilk seneki bienalin teması da “kesişmeler”di. Zaman içinde oturacağını ve yerleşik bir bienal olacağını ümit ediyorum. Çünkü Antalya bu açıdan bir çok potansiyele sahip bir şehir. Bu sene ilk defa daha da destek bularak düzenlenecek diye görüyorum ama bu bienalin yerleşik hale gelmesi ve uluslararası bir ortamda tanınır hale gelmesi için uzun bir yolu var.
Programla alakalı verebileceğiniz bir bilgi var mı?
Antalya Kalesi içini bienal ana sergi yeri olarak kullanılacak. Burada çeşitli sergiler olacak. Anladığım kadarıyla Tansel Korkmaz Bilgin bu sene geçen seneden farklı olarak tamamen kendi oluşturduğu bir takımla tematik bir sergi düzenliyor. Daha önce iki ayaklı oluyordu biri küratörün düzenlediği, diğeri de başvurularla düzenlenen sergiydi. Bu sene bu ikisi bir araya getirildi. Bunun yanı sıra da yan sergiler oluyor, bir kısmını uluslararası ortamlardan getirilmiş sergiler oluşturuyor. Geçen sene Akdeniz Mimarlar Birliği’nin getirdiği iki tane sergi vardı. Biri; Çağdaş Akdeniz Mimarlığı ve Geleneksel Akdeniz Mimarlığı’ydı.
Eğer başarabilirsek benim de bu sene yapmaya çalıştığım, Türkiye’yi gezme toplantılarının amaçlarından biri de bu, Ankara, İstanbul, İzmir mimarlığı dışında kalan mimariyi temsil eden bir sergi yapmak istiyorum.
Türkiye’de mimari eleştiri denince akla gelen birkaç isimden birisiniz. Eleştiri konuşunda bu kadar az kişinin eleştiride bulunmasını veya kritik yapmasını neye bağlıyorsunuz?
Aslında şöyle söylemek gerekirse temel neden biz eleştirel kültüre geçirgen bir toplum değiliz. Ben batı ve doğu kültürü arasındaki en önemli ayrım noktasının bu eleştirel yapıya sahip olmakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Eleştirellik her zaman bir karşı duruş, muhaliflik, marjinallik anlamına gelmiyor. Eleştirellik sorgulayan bir akıldır tepeden size öğretilen her şeyi olduğu gibi kabul etmeme meselesidir. “Criticism” sözcüğü Latince köklerine gittiğimizde de ayıt etmek ayırdında olmak gibi bir sözcükten türeyerek gelmiştir. İçerisinde bulunduğumuz yapı buna çok açık bir yapı değildir. Bu yapıya açık olmak içinde bir kültürel beslenme ve yerleşik bir demokrasi olması gerekiyor. Yerleşik bir demokrasilerin olmadığı, bu tür kültürel açıklıkları olmayan kültürlerin eleştirel bir toplum gibi davranması kolay değildir. Türkiye’de eleştirinin yerleşik olmamasının noktasal olmasının en önemli sebeplerinden biri budur. İkincisi; bu tür toplumlarda bir yanlış anlaşılma var. Eleştiri dendiği zaman hemen böyle bir iyi ile kötü arasında bir kategorileştirme sorunu gibi algılanıyor. Böyle üstten bakarak, buna iyi şuna kötü demek gibi görülüyor. Eleştirmen, sınıflayan tepeden bakan adam gibi algılanıyor, halbuki eleştiri anlamaya dahil bir şeydir. Bir şeyin neden öyle olduğunu arkasında güçleri ve öncelikleri, süreci tanımlamaya dair bir şeydir. Dolayısıyla bir tür, bir şeyin anlamını çözmeye dair bir çabadır. Onun için de mimarlık dediğimiz de biz mimarlığı salt kendi çerçevesinde oluşmuş bir obje gibi değil de, bir ortamın içinde duran o ortamdan etkilenen ve o ortamı etkileyen bir nesne olarak görmek istiyorsak biz sadece sanat tarihi ve mimarlık disiplinler öğretisiyle sınırlı kalamayız ve eleştiriye dayanmak zorundayız. Eleştiri o zaman sosyolojiyi, felsefeyi, ekonomiyi, kültürel çalışmaları içerdiği gibi tarihi ve mimarlığın bütün kültürel disiplinlerini de içeren melez bir duruşu temsil ediyor. O zaman siz bir yapıya bakarken sadece onu soyut bir dil gibi veyahut kendi objesine kapanmış bir şey değil bir süreklilik içinde görüyorsunuz ve eleştirmen de bazı önceliklerle bir şeye bakabiliyor. Şimdi bu alışkanlık sadece mimarlıkla sınırlı bir şey değil, dediğim gibi bir alt yapı ve kültürel kabul gerektiriyor. Bunun olmadığı ortamlarda da kolay değil.
Sizin eleştiri ile ilişkiniz nasıl başladı?
Benim eleştiriyle ilişkim biraz tesadüfi olarak başladı. Yani daha çok yapılar üzerine bir şeyler yazıyordum sonra da doktora sırasında bu alana kaymaya karar verdim. O zaman anladım ki bu iş sadece binalar üzerine laf söylemekle değil aslında binaların kendi bağlamlarıyla ilgili nasıl bir ilişki kurduklarını dair de bir şeydir. Çok önemli bir konu daha var bunu her ortamda söylüyorum. Aslında bizim mimari tasarım dediğimiz süreç bir eleştiri sürecidir. Yani biz sonuçta ne olacağından çok ne olmayacağına karar veriyoruz çünkü bir tasarım probleminin çözümü için milyonlarca alternatif var, o alternatifleri indirgeyerek onlardan bir tanesini seçiyoruz. Bunu seçerken de bir şeylere dayanıyoruz bu zaman zaman kendimiz, kendi dünyamız ve pozisyonumuz, inançlarımız o problem üzerinde etkili olan dinamiklerin baskınlık derecesi, bazen bu maliyettir bazen bu imar yasasıdır, bazen işverenin kendisidir, bazen teknolojik kısıtlamalardır. Bunların önceliklerinin sıralanmasıyla dolayısıyla şu olamaz bu olur gibi bir eleştirel değerlendirme süreci var. Bu önceliklerin sıralanma meselesi var, bunlara karar verilme meselesi var, neyi öne alacağına karar verme var bu tamamen eleştirel bir süreçtir.
Onun için iyi bir tasarımcı öncelikle iyi bir eleştirmen olmak zorundadır. Tersten gittiğimizde de mimarlık tasarımı zorunlu olarak eleştiriyi içerir bunu dışlayarak bir şey yapamazsınız çünkü o zaman sadece bir prototip üretme işine dönüşür diye düşünüyorum. Eleştiriyi iyiler, güzeller, çirkinler dışında gördüğümüz zaman bu bir tasarım sürecinin kendisi olmaya başlıyor.