Mimari ışıkla gölge arasında bir oyundan ibarettir!

Kazandığı sayısız mimarlık ödülüyle dünyanın en başarılı mimarları arasında sayılan, San Francisco Modern Sanatlar Müzesi, Samsung Sanat Müzesi ve Bechtler Modern Sanatlar Müzesi gibi pek çok ikonik yapının tasarımcısı, İsviçreli ünlü mimar Botta geçtiğimiz ay Alldesign etkinliği nedeni ile İstanbul’daydı. İsviçre, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Japonya, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri gibi dünyanın pek çok ülkesinde projeleri bulunan Botta, İstanbul’da da Zorlu Center konkuruna katılmıştı.

Kazandığı sayısız mimarlık ödülüyle dünyanın en başarılı mimarları arasında sayılan, San Francisco Modern Sanatlar Müzesi, Samsung Sanat Müzesi ve Bechtler Modern Sanatlar Müzesi gibi pek çok ikonik yapının tasarımcısı, İsviçreli ünlü mimar Botta geçtiğimiz ay Alldesign etkinliği nedeni ile İstanbul’daydı. İsviçre, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Japonya, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri gibi dünyanın pek çok ülkesinde projeleri bulunan Botta, İstanbul’da da Zorlu Center konkuruna katılmıştı.

Venedik gibi çarpıcı bir şehirde mimarlık eğitimi aldığı için kendisini çok şanslı gördüğünü zaman zaman ifade eden Botta’nın aslında bunu söyleme sebebi, Carlo Scarpa, Louis Kahn gibi mimarlığın en önemli aktörlerinin öğrencisi olmasından kaynaklanır. Hatta şansı o kadar yaver gider ki Le Corbusier ile tanışma fırsatı bile bulur. 1965 yılında Venedik’te Le Corbusier’nin ofisinde, 1969’da da yine Venedik’te Louis Kahn ile çalıştı. Bu sayede mimarlık kimliği şekillenir ve mimarlık aşkı projelerine yansır. Le Corbusier, Kahn, Scarpa gibi ustaların tasarımlarını, proje süreçlerini yakından takip ederek Botta kimliğini farklı bir noktaya taşımayı başardı... Mimarlığının ilk yıllarında etkisi altında kaldığı bu usta mimarların çizgilerinden esinlenmiş olsa da Botta çevre ile yapının kurduğu diyaloğa önem vererek kendisini var etti. Mimarlığını da ‘arazi üzerine inşa etmek değil, araziyi inşa etmek’ üzerine kurguladı. Ayrıca ışık ve gölge oyunlarını kullandığı pek çok tasarıma da imza attı.

Mario Botta’ya ilişkin Türk mimarlık dergilerinde hatırı sayılır miktarda yayın çeşitli vesilelerle yer aldı. Yapılarının ve kullandığı özgün biçim dilinin dahi Türk mimarlarını özellikle 1980’li yıllarda ve hatta 1990’ların ilk yarısında epeyce etkilediğini söylemek mümkün. Ancak tuhaf bir tezat olarak, Botta hakkında yayınlanmış tek Türkçe kitap bir derleme. Bu derlemenin sunuş yazısında mimarlığı hakkında Prof. Uğur Tanyeli önemli bir tespitte bulunuyor ve diyor ki Botta mimarlığında “mimarlığın üzerindeki düşünce yükünün kalkışı ile (...) Mimar “ilginç” hikmetler söylemek ve tasarladığına gerekçeler uydurmak uğruna neredeyse ihmal ettiği tasarım alanına artık tüm gücüyle yüklenmiş gibi gözükmektedir.”1 Bu “fırsat”, güçlü bir mimarlık dili üretmesiyle sonuçlandı ve bu dil Botta’nın alametifarikası oldu.

20.yüzyıl mimarlığının duayenlerinden olmayı başaran Mario Botta ile konferansı öncesinde konuşma fırsatı yakaladık. Mimarlığa bakışını, teknoloji ile ilişkisini, İstanbul’u, kamusal alan üzerine kurduğu dünyasını, bu dönemde en beğendiği ve kendisine en yakın bulduğu mimarları ve Zorlu Center projesini sorduk.

Uluslararası anlamda çok tanınan bir isimsiniz. Mimarlık ortamında projeleriniz yankı uyandırıyor. Yapılarınızda kullandığınız özgün biçim dili pek çok mimarı etkisi altına aldı diyebiliriz. Yıllar içerisinde bu biçim dilinin başkaları tarafından üretilen varyasyonları ile farklı coğrafyalarda karşılaşmak sizin için ne ifade ediyor?
Mesleğimin dışında benim elimin dışında gerçekleşmiş bir şeyi anlatmak benim için çok zor. İşimin içinde bile ana kaygı aslında hiçbir zaman dil olmadı. Çünkü dil dediğiniz şey mimarın beyninden çok kalemindedir. Benim mimari bakışım iki temel şey üzerine kuruludur. Bunlardan bir tanesi ışık, diğeri de yer çekimi. Işık öyle bir ışıktır ki o olmadan alan olmaz. Işık bir alanın doğmasına yol açan bir kaynaktır. Ben bir alan hayal ettiğim zaman doğrudan ışığını, ışığın bu alanı nasıl şekillendirebileceğini düşünürüm. Az önce belirttiğim gibi diğer öğe de yer çekimidir. Çünkü ne olursa olsun bütün mimari eserler en sonunda bu ağırlığı nasıl bir yapıyla yere aktarırızın cevabıdır.

Benim çalışmamın şiirinin içeriği de aslında bu iki kaygıdan ibarettir: Işık ve yerçekimi! Fakat mimari dil dediğiniz bu iki yapının, sorunsalın yansımasını açıklar. Çünkü ışık dediğiniz bir soyutlamadır aslında, fakat modellemeyle bu ışığın bir anlamı, bir ifadesi olur. Ben ışığı hareket ettirmeye, titretmeye çalışırım, ışığa yeni anlamlar yükleyebilecek şekiller üzerinde dururum. Mimari aracılığıyla yerin bütün ağırlığı sırtlandığı yerçekimi hikâyesini önemserim.

Mimarinin ilk girişimi taşı taş üzerine dizmek değildir. Öncelikle taşı arazinin üzerine yerleştirmektir önemli olan! Böylece bir doğa koşulunu bir kültür koşuluna dönüştürmüş olursunuz. Bu aslında benim açımdan mimarlıkla uğraşmanın ilk şartıdır. Dil ile ilişkisine gelecek olursak; herkesin kendine göre bir dili vardır, çünkü bu çok otobiyografik bir şeydir. Öz yaşam öyküsüdür. İşin sonuna baktığınızda dili görseniz bile aslında dilin ilk etapta çok bir rolü yoktur. Ben gerçekten mimari dilin öz yaşam öyküsel olduğunu düşünüyorum. Le Corbusier’nin diline bakacak olursak bir kapı, bir duvar tasarladığı anda daima Le Corbusier’nin imzasıdır. Picasso’nun çizdiği herhangi bir işaret, şekil onun imzasıdır. Paul Klee; Paul Klee’dir. Dil eser sahibinin evrensel değerleri ifade etmek için kullandığı kendine ait bir şeydir. Bunların hepsini sadece biz yapabiliriz. Kişiye özeldir.

Işık ile tasarımlarınız arasında kurduğunuz korelasyon, Le Corbusier’nin ışık ve yapı dengesi ile benzerlikler taşır mı?
Bunu hiç düşünmedim ama öyle olsaydı çok sevinirdim, hatta öyle olmasını çok isterdim. Işık düşünce gibidir, onu her defasında farklı yorumlamak gerekir. Yaşlandıkça buna daha çok kani oluyorum ki, gerçekten mimari ışıkla gölge arasında bir oyundan ibarettir. Le Corbusier hem benim için, hem de benim jenerasyonumdaki bütün mimarlar için aslında bir öğretmendir. Tabi ki sevdiğim başka mimarlar da var. Francesco Borromini gibi mesela ama aramızda jenerasyonlar olan Barok bir mimar. Le Corbusier bizim jenerasyonumuzdaki insanların karşılaştığı aynı sorunsallar üzerinde düşünmüş, kafa yorması gerekmiş. Bir insan mimar doğmaz fakat özellikle başkalarının çalışmalarına bakarak zamanla mimar olabilir.

1994 yılında Domus dergisinde yayınlanan “bugünün mimari figürü” başlıklı yazınızda “ne yazık ki şu anki durum, mimarların kendilerini yaratıcı olmaktan çok koordinatör ve yöneticiye dönüştürdüklerini göstermekte.(...) yapı mekanı ve görüntüsünün konfigürasyonundan derin bir biçimde etkilenme yeteneğini kaybettiler (...) onlar sürekli eleştirmeli, yeni amaçlar geliştirmeli, endişeleri dile getirmeliler.(...) Bu, çözümler önermekten daha önemlidir”diyordunuz. Aradan 20 yıl geçti, bugünün mimarları daha fazla seyahat ediyor, daha büyük ve karmaşık yapılar inşa ediyor ve türlü uzmanlıkların bilgisinden yararlanıyorlar. Aynı tehlikenin bugün de halen geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, çünkü günümüz modern kültürünün karmaşıklığı ve özellikle değişim hızı mimarı çok zor bir durumda bırakıyor. Çünkü mimarın bu değişime giderek daha hızlı cevap vermesi, daha hızlı ayak uydurması gerekiyor. Dolayısıyla da mimarinin sadece çıkarsal, çıkarlara hizmet eder hale gelmesi ya da sonunda ulvi bir şeye dönüşmesi gerekiyor. Tüm insani yaratım biçimleri gibi mimarlık da aslında bir çeşit peygamberliktir. Eğer ekonomik, sosyal, politik, reklama bağlı baskılara maruz kalırlarsa mimar bunların arasında sıkışıp kalıyor oysaki kendini ifade etmesi için özgür olması lazım. Dolayısıyla bu açıdan bakılırsa bu durumun son yirmi yılda daha da zorlaştığını söyleyebiliriz.

Yapılarınızda neredeyse teknoloji ile aranızda hep belirgin bir mesafe bulunduruyorsunuz. Teknolojiden ziyade zanaat fikrine daha yakın durduğunuzu biliyoruz. Bugünün dünyasında geleneksel anlamda zanaat hala sürdürülebilir bir pratik midir?
Çok büyük olasılıkla günümüzde şu zanaat dediğimiz şeyi giderek kaybediyoruz ancak ben yine de yapılan işin hala insandan parçalar, insan elinin izini taşıdığı bu çabayı çok beğeniyorum ve bunun yanındayım. İnsanlık tarihinde mimari tarihin daima bu zanaat bilgisine yakın durduğunu düşünüyorum. Günümüzde bunun aksine gelişen bir teknoloji retoriği var. Böyle bakacak olursak eğer, bunu sadece bir belagat olarak gördüğüm için teknolojiden uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü bence bu sadece bir söylem biçimi aslında gerçek değil. Teknolojinin daha iyi uygulanabildiği ve çok yararlı bir şekilde kullanılabildiği alanlardan söz etmiyorum. Örneğin insanın aya gitmesi gibi alanlarda kullanıldığını gördüğümde teknolojiyi takdir ediyorum tabi. Ama duvar yapma konusundaki teknolojiden bahsediyorsak eğer ya da pencere yapmak konusundaki teknolojiden bu durumda aslında teknoloji bence belagatten ibaret biraz laf. Bu çok garip bir şey çünkü insan aya gitmeyi becerdi, fakat insanlar için toprak üzerinde, dünyada daha iyi evler yapmayı beceremedi... Özetle bana göre mimari çok basit bir şeydir. İnsanın bir çatıya, sığınılacak bir yere ihtiyacı vardır. Teknolojinin, tıbbın, biyolojinin büyük fetihleri diyebileceğim şeyleri çok yakinen takip edip, takdir etsem de iş mimariye geldiğinde o kritik eleştirel bakış açımı kaybetmiyorum.

Diyelim ki eski bir duvar ustasıyım, benim için duvar var, yerçekimi var basit iş. Şunu belirtmek istiyorum; biraz şakayla cevap verdim ama eklemeden geçemeyeceğim bu noktada mimarinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğa ve kültür arasındaki transformasyonun yani dönüşümün en büyük kanıtlarından biri bu açıdan insanlık tarihinin, insanın yaptığı şeyin, geçmişinin ve genel olarak mirasının en büyük temsilcisidir, mimari. Bu yüzden de mimarinin bu açıdan rolünü unutmamak gerektiğine inanıyorum.

2003 yılında kaleme aldığınız bir mektubunuzda “Mimarlık ancak zaman içerisinde ölçülebilir” diyorsunuz. İlk yapısını henüz mimarlık okumadan 16 yaşında gerçekleştirmiş bir mimarsınız. İlk yapılarınızla daha yakın zamanlı işlerinizi kıyasladığınızda ne türden farklar görüyorsunuz?
Çok safmışım, onu görüyorum ancak saflık dediğimiz şey pozitif bir öğe de olabilir. Ben mimariye aşık olduğumda çok gençtim ve aslında hala da aşığım, hayatımın her anında mimarlığı yaşıyorum. Günlük hayatta yaşadığımız olayları takip etmek için de mimariye önem veriyorum. İş, aşk, savaş, barış aslında bunların hepsi mimari oluyor. Bu aslında tek tip düşünce gibi, biraz insana geniş bir yorum gücü filtresi sağlıyor. İnsanların hayatta böyle farklı bir takım filtrelere ihtiyacı var sanırım. Bir şairin şiir diline ihtiyacı var bir şeyi incelemek için, bir müzisyenin müziğe, bir mimarın da mimariye ihtiyacı var.

Meslektaşlarımla ya da ressamlarla karşılaştığımda genel olarak dünyanın varlığını, bütün dünya bilgisini kendi çalışmalarıyla filtrelediklerini, ondan süzüp öyle gördüklerini görüyorum. Bence bizim hayatta hep farklı görüşlerle beslenmemiz lazım.

Yine aynı mektubunuzda “mimar herşeyi bilmeli ve sonra da unutabilmeli” cümlesine önemli bir vurgu var. Herşeyi bilen mimar düşüncesi, modern öncesinin usta mimar figürlerini anımsatıyor. İçinde yaşadığımız karmaşık dünyada hala “herşeyi bilen mimar”dan söz edilebilir mi?
Her şeyi bilmeli! Çünkü mimar kendi kültürünün hangi koşullarda var olduğunu da bilmelidir. Size bir örnek vereyim: bugün size bir ev yapmam gerekiyor diyelim, siz benim müşterimsiniz, fakat aynı zamanda bugünün insanlarının ihtiyaçlarını dile getiren yorumlayan bir kişisiniz. Benim size yaptığım ev aslında size yapılmış bir ev değil bugün, bu çağda yaşayan insanlara yapılmış bir ev. Bende bunun üzerine mimar olarak kolektif hayatın genel olarak gerektirdiği şeyleri yerine getirmek zorundayım. Ekolojik bir bina yapmalıyım çünkü günümüzde artık çevre sorunlarının önemli bir yeri var. Toprağı da dikkatli kullanmalıyım, çünkü günümüzde toplum artık bu bilince sahip. Bu örnekten hareketle mimarın nasıl kendi tarihine veya döneme bir uyum sağlamak zorunda olduğunu görüyorsunuz. Mimari bu açıdan kendi zamanını birebir yansıtan bir iştir ve bu özellik de mimarinin hiçbir zaman değişmez bir özelliğidir. Bu şöyle bir şey mimariyi taşımak mümkün değildir bir dönemin mimarisini başka bir döneme alamazsınız, kaldı ki bunu on sene için bile yapamazsınız. On sene önceki mimariyle bu günkü artık aynı değildir. On sene sonrasında ne olacağını da mimariye taşıyamazsınız, mimariyi on sene ileriye de taşıyamazsınız. Sadece bu andan ibarettir mimari. O yüzden yolda yürürken sanki bir taş kronolojisi gibi şehirde gezerken “Bu senenin mimarisi, bu altmışlı yılların, bu Rönesans’tan kalma bir bina ya da bence bu 19.yy’dan” diyebilirsiniz. Bu açıdan bakılırsa aslında mimari tarihin bire bir anlatımıdır, bizim toplumumuzun aynasıdır. Bazen acımasızca yapar bunu çünkü toplumun kötülüklerinden ya da kötü giden yönlerinden de bahsedebilir ama bire bir yansıtır.

Siz Le Corbusier ve Louis Kahn gibi iki önemli figürü yakından tanıma olanağı yakaladınız. Bugün star mimar devrinin artık kapandığından bahsediliyor ancak mimarlık üretilmeye devam ediliyor. Kendinizi dışında tutarak bir değerlendirme yaptığınızda yeni kuşak mimarlardan ilginizi çeken mimarlar kimlerdir?
Biz gerçekten modern hareketin sonuna gelen ustaları gördük. Bu modern hareket söz konusu olduğunda mimarların çokluğu bizim için büyük bir umuttu diyebilirim. Farklı açılardan akıl ve fikir yürüterek insanlara daha nitelikli bir hayat sağlama kaygımız vardı. Daha sonra tüketim toplumuna geçtik, bu sonsuz ilerleme çağı gibi bir şey. Tüketim sayesinde bir şeyleri sınırlamaya başladık, küreselleşme sayesinde inanılmaz, bu güne kadar hiç olmayan olağan dışı bir hareket ve yakınlığa ulaştık fakat aynı zamanda bunlar bize bir takım sınırlamalar getirdi. Günümüz mimarisi bu bağlamda ilerlemek zorunda. Ben reklama bağlı mimariyi, böyle gösteriş için yapılmış olan mimariyi beğenmiyorum ve sevmiyorum. Bana sanki daha iyi satması için yapılmış bir şey gibi geliyor ama insana hizmet eden bir mimari değil. Dahası reklam gibi kolay yaşlanan bir mimari olur, oysa genelde akıllı reklam dediğiniz zaman içinde hayatta kalabilen reklamdır. Bu açıdan böyle gösteri yapan show-business mimarlardan çok gerçek ve otantik mimarları beğeniyorum. Daha çok isim sayabilirim ama iki isim sayacağım çünkü benim için belirleyici olan onlar. Eskilerden Álvaro Siza’yı, benim çağımdan da Tadao Ando’yu sayabilirim. Benim anladığım anlamda mimari çalışma yapanlar bu iki isim.

Biz Ando ile aynı zamanda arkadaşız ve gerçekten çok da iyi anlaşıyoruz. Ando ile düzenli olarak yazışıyoruz. Ben ona bir projemi gönderiyorum, o bana projesini gönderiyor. Ve bu ilişki sayesinde bir birimizin projelerini biliyoruz, anlıyoruz, yorumluyoruz. Bu bir devamlılık sağlıyor çünkü en azından kendimizi bu dünyada yalnız hissetmemiş oluyoruz.

Bu günlerde hangi projeler ile uğraşıyorsunuz?
Çok proje var… Şu an Çin’de büyük bir resim, heykel, grafik gibi birçok sanat dalının bir arada bulunabileceği büyük bir akademi binası üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinde kütüphane, müze ve kilise projelerini tasarlıyoruz. Pekin’nin kuzeyinde Shenyang’da,ayrıca Pekin’de de Çin Üniversitesi için ayrı bir çalışma yapıyorum. Kuzey Korolina’da Charlotte şehrinde Boston’a yakın bir sergi yaptım. Serginin kataloğu çıktı, merak edenler böylelikle sergiyi biraz görebilir ve anlayabilir. Ama eğer en iyi projeleri sorarsanız her zaman en iyisi gelecekteki projelerdir. Türkiye’de İstanbul’da yapacağım proje en önemlisidir mesela…

Türkiye’de bir projeniz var mı peki?
Böyle bir proje henüz yok ama kalemim hazırda bekliyor.

Zorlu Center Proje yarışması için finale kalan 14 yarışmacı ekipten biri de sizin firmanızdı. Dingin bir anıtsallık olarak tarif ettiğiniz projenizin bugün inşa edilen proje ile kıyaslandığında ne türden farkları olduğunu düşünüyorsunuz?
Ben konkura girdim ama finalist olamadım. Ancak benim için enteresan bir proje oldu. Çok karmaşık, çok büyük ve zor bir projeydi. Projenin içinde çok fazla çok vardı, her şeyden çoktu yani. Çok iyi hatırlıyorum, üstelik toprakta çalışması zor bir alandı. Ben böyle büyük bir projedense İstanbul’a daha küçük bir kilise veya küçük bir camii yapmaya gelebilirim.

Keşke İstanbul’da Camii yapabilseniz…
Avusturya’da dağlarda minicik bir kilise inşa ettim... Çok küçük bir kilise, şapel yaptım.

Daha önce hiç camii tasarladınız mı? Çok ilginç olabilirdi.
Hayır, daha önce birkaç proje yaptım ama çok modern kaçtı benim projelerim.

Neden İstanbul’u seviyorsunuz?
İstanbul; dünyadaki diğer şehirlere kıyasla özellikle coğrafi özelliklerini öne çıkartan önemli şehirlerden. Dışarıdan gelen biri için İstanbul kendine ait bütün karakteristiklerini gösteren bir şehir. Mesela Haliç var; yapılmışı, yapılmamışı ve boşluğu görebildiğimiz bir alan. Genel olarak inşa edilmiş alanı ve dışını görebildiğimiz eski şehir gibi, Asya’nın başlangıcını ve Avrupa’yı görebildiğimiz gibi dünyanın tamamında aslında bu kaybolan bir değer. Çünkü dünyanın bütün şehirlerinde iki temel öğe vardır. Birincisi; merkez, bütün şehirlerin bir merkezi vardır. Coğrafi, tarihi bir merkez, burada da merkez boğaz ve dünyanın bütün şehrinin bir sınırı vardır. Günümüzde de şehirler bu sınırları giderek kaybediyor. İstanbul’da hala merkezi ve sınırları insan hissedebiliyor. Aslına bakarsanız bu açıdan baktığımızda biraz Kudüs gibi, Kudüs’de mesela geldiğinizde, uzaktan şehre yaklaştığınızda önce merkeze doğru gittiğinizi anlarsınız, diğer yandan da çevrenin bir çöl olduğunu hissedersiniz. Dolayısıyla İstanbul’da ben hala bir şekilde boğazın merkez olduğunu ve diğer yandan da şehrin bazı sınırlarının olduğunu hissedebiliyorum. Bence İstanbul bundan sonraki mimari planlaması da böyle olmalı! Burada şehrin sınırlarını zorlayan bir yapılaşma olmamalı. Beş bin sene önceden Neolitik çağlardan bu güne kadar gelen bir şehrin ağırlığını hissetmek mümkün. İstanbul’a gelmek çok iyi bir şey çünkü, insan bizim geldiğimiz yeri, nereye ait olduğunu hissediyor ve diğer yandan da karşı tarafı hissediyor.

Bu yıl Türkiye Venedik Mimarlık Bienali’nde ülke bazında temsil ediliyor. Sizin Bienaller ile ilişkiniz düşünüldüğünde bugün Venedik Mimarlık Bienali’ni nasıl konumlandırdığınızı öğrenebilir miyiz?
Ona da eleştirilerim var… Bütün bu evrensel oluşumlar, büyük evrensel sergiler, yakında Milan’da yapılacak olan, genel olarak dünyadaki mimarlık bienalleri var olan değişen her şeyi içermeli, şu an ne yazık ki hepsi büyük lunaparklara dönüştü.

Ülkelerin içindeki küçücük alanlarda bulunan yeni yaklaşımları keşfetmek lazım. Nitelik dediğiniz böyle küçük yerlerde bulunur. Şu an böyle devasa alanlarda gördüğümüz tek şey aslında lunapark başka bir şey değil. Venedik’de de iddiaya girerim ki Türkiye temsili konusunda nitelik açısından Türkiye’de yapılmış olan en iyi şey yer almayacaktır. Ancak sesi en çok çıkan, en çok gösterişli olan görünecektir. Çünkü böyle büyük etkinliklerin genelde doğası böyle…

Projelerinizin müze, tiyatro, kütüphane ve ibadethane üzerinde yoğunlaştığınızı gözlemliyoruz. Dünya çapında nam salmış bu türden çok projeniz var. Bu dört yapı türünü nasıl tanımlıyorsunuz? Bu yoğunlukta kamusal alan çalışmanızın özel bir nedeni mi var?
Bana öyle denk geldi sanırım. Yeni çıkan kitabımda özellikle kamusal kurum mimarisi konusunda çok çalıştım. Tiyatrolar; ortak hayalin, hayal gücünün temsil edildiği bir alan. Kütüphaneler; insanlık bilgisinin, insanlık hafızasının aslında sığındığı yer. Müzeler: Zihinsel egzersizin yeni alanlar bulduğu, yeniden başka şeylerle karşılaştığı alanlar. İbadethane; ruhaniliğe dönen insanın kendi kendine düşünmesini sağlayan alanlar. Bu dört öğe toplumda insanlığın kurumlarını oluşturuyor, bunlar kamusal alanlar herkesin kendi seçimi var.

Ben kütüphaneye gitmeyi tercih edebilirim, siz de bir başkasını tercih edebilirsiniz ve bir mimar için böyle şeyler çok avantajlı böyle bir ödül gibi bir şey, çok büyük şans. O anın düşüncesini bu sayede kendi algıladığınız gibi yansıtabiliyorsunuz. Tabi ki bu açıdan mimarlık insan topluluğunun tamamı için yeni çözümler üretiyor. Günümüzde bir kilide inşa etmeyi ele alalım, özellikle günümüzdeki gibi laik bir toplumda bu çok zor bir şey, çünkü bir de Avangart’lardan, Picasso’lardan sonra yapılması lazım. İşte bunu yapmak zorundasınız.

Günümüzde zihinsel olarak içinize dönebileceğiniz alan nasıl olmalı diye düşünürsünüz. Bu günümüzde bir mimar için belkide en büyük zorluktur. Çünkü mimarlık tarihinin gelişimine baktığımızda geçtiğimiz yüzyılın tam yarısında ortadan ikiye ayrıldı ve bir kırılma yaşadı. Çünkü sanatsal Avangart’ın müdahalesi oldu. Günümüzde bir mimarın oturup yeniden düşünmesi lazım! Nasıl bir dua etme alanı oluşturmalıyım, diye sorması lazım ve bu cevapları sadece biz verebiliriz. Le Corbusier veremezdi çünkü o başka bir zamanda yaşadı.

Mimarlık öğrencileri için bu kamusal alanı tasarımı ile alakalı bir tavsiyeniz olabilir mi?
Hiç tavsiye vermemek lazım! Asla! Örnek verilebilir ama tavsiye vermemek lazım. Öncelikle ben şöyle derdim, öğrencilerin şunu anlaması lazım; Mimari inşa edilmiş olan parça değildir, üretilmiş olan parçanın bağlamdaki yeri de mimarlığa dahildir. Ben bir bina yaptığım zaman etrafındaki bağlamı olduğu gibi değiştiriyorum. Başka bir şey inşa etsem konteksti yine değiştiririm. Gençlere özellikle şunu söylemek gerekir “Boşluğa dikkat edin, çünkü boşluk dolu olarak yaptığınız şeyden daima daha önemlidir”

Sizin endüstriyel tasarıma ilginiz olduğunu ve bu anlamda da üretimleriniz olduğunuzu biliyoruz. Endüstriyel tasarımla mimarlık arasında kurduğunuz ilişki nedir?
Ben kendimi endüstriyel tasarımcı olarak görmüyorum ama bir bina yaptığım zaman bir yandan içine ya da yanına bankta yapmam gerekiyor. Otel yaptığım zaman içine koltukta yapmak gerekiyor, aslında buna bağlı olarak gelişiyor. Çünkü endüstriyel tasarım dediğiniz zaman onun içinde üretim var, fabrikayla ilişkiler var ben böyle değilim. Bana denk geldiği için biraz ihtiyaçtan yapıyorum, endüstriyel tasarım kısmı benim mesleğim değil.

1. Uğur Tanyeli - Çağdaş Mimarlık Dizisi 8 / Mario Botta – syf. 12. Boyut Yayın Grubu