Kim olduğunuzla gurur duyun, kendi kendinizle ilişki kurun!

Mesleği aracılığıyla kendisini yoksulların yaşamlarını iyileştirmeye adamış ünlü aktivist Mimar Peter Rich, geçtiğimiz ay Kalebodur sponsorluğunda gerçekleşen Yunus Aran Konferansları 52. Buluşması için İstanbul’daydı.

Mesleği aracılığıyla kendisini yoksulların yaşamlarını iyileştirmeye adamış ünlü aktivist Mimar Peter Rich, geçtiğimiz ay Kalebodur sponsorluğunda gerçekleşen Yunus Aran Konferansları 52. Buluşması için İstanbul’daydı.

Peter Rich’in Afrika kıtasındaki çalışmaları, bilgilendirici bir tasarım yönteminin, araştırma ve geliştirme sürecinin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Afrika yerleşimlerinin, ölçekli çizimler ve kabul edilen tasarım ilkeleri yoluyla detaylı olarak tek bir konuttan bir yerleşime, giderek de kent planı ölçeğine kadar ayrıntılı biçimde belgelenmeleri, bilgi üretmeleri kendilerine ait özgün tasarım kurallarını da oluşturuyor. Projelerin uygulanma sürecinde ise, Afrika’da sürdürülebilirlik çerçevesindeki yaklaşımlar ve toplumların güçlendirilmeleri fikri yatıyor.

Johannesburg’daki PR Mimarlar grubunun kurucusu olan Peter Rich, Witwatersrand Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde ders veriyor. 2011 yılında Arkansas Fay Jones Üniversitesi’nde, John Williams Birlikteliği’nin Başkanlık görevini üstlendi. Öğrencileri, onun önderliğinde, Rwanda’daki Kigali Teknoloji Enstitüsü’ne bağlı Mimarlık Bölümü öğrencileri ile işbirliği yaparak Rwandalılar için en uygun ve sürdürülebilir kentsel yerleşimleri araştırmak ve tasarlamak üzere çalışmalar yürüttüler.

Peter Rich, aktivist olarak, ırk ayırımcılığı döneminde Ndebele yerlileri gibi hükümetin yer değiştirme eylemlerine maruz kalan siyahi nüfusun bulunduğu yerli yerleşimlerini belgeleyen çalışmalara da imza attı. Rich’in Güney Afrika geleneksel mimarisi ve biçimsel olmayan mimari alanlarında aldığı eğitimi, onun daha sonra 1994’te ırk ayrımcılığı yapan rejimin düşürülmesinden sonra demokratik yollarla seçilen Nelson Mandela döneminde sosyal konut projeleri ile kültür turizmi projelerini hazırlamasına olanak sağladı.

MIT’den John Ochsendorf ve Michael Ramage gibi mühendislerle birlikte tamamladığı ve 2009 yılında Barselona’da düzenen Dünya Mimarlık Festivali’nde “Yılın En İyi Binası” seçilen Mapungubwe Araştırma Merkezi’nin inşası sırasında, yerel zanaatkarlardan ahşap kemer tekniğini öğrendi. Ahşap kemer tekniğinin kullanılması, yerel halkın uygulamada toprağı kullanması ve el yapımı üretimleri neticesinde, tasarımda şiirsel bir dilin gelişmesini sağladı.

Rich, Michael Ramage ve Tim Hall ile birlikte son dönemde Orta, Doğu ve Kuzey Afrika’da projeler geliştiren ve uygulayan Light Earth Design’ı kurdu. Son yıllarda inşa edilen ve Güney Afrika’nın tarihi Alexandra kentinde yaşayanlarla sözlü-tarih çalışmalarının gerçekleştirdiği Alexandra Kültürel Miars Merkezi, aynı zamanda Mandela’nın politik başkaldırısının formüle edildiği yer olması açısından da önem taşır.

Rwanda’da Peter Rich Mimarlık Bürosu, “Light Earth Designs” tasarım ekibiyle birlikte, yerel malzemelerin kullanımının yaygınlaştırılmasında katalizör olma potansiyeline sahip projeler geliştirerek, bu alanda bir endüstri kurma sorumluluğunu üstlendi. Böylelikle, hem yönetimleri hem de toplumları “en başarılı uygulama” ilkeleriyle buluşturarak gelecekteki diğer birçok proje için de örnek oluşturma olanağını yarattı.

2010’da Rich, mimarlık alanında ulaştığı başarılarının en üst şeref ödülü olan Güney Afrika Mimarlar Enstitüsü’nün Altın Madalya ödülüyle onurlandırıldı.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde geçtiğimiz ay Yunus Aran Konferansları 52. Buluşması’nda “Peter Rich Afrika’da: Sürdürülebilir Çözümler Arayışında” başlıklı bir konferans veren Rich, mimarların çabuk karar verme yeteneğini kazanmış, sağduyulu, yeniliklere adapte olma yetenekleri yüksek tasarımcılar olarak yetişmeleri gereğini Afrika’daki çalışmalarından örnekler vererek anlattı.

Türkiye’nin hem Avrupa, hem de Asya’nın kapısı olduğunu söyleyerek genç mimarlara seslenen Rich, “Avrupa’yı da, hiçbir yeri de taklit etmeyin. Kim olduğunuzla gurur duyun, kendi kendinizle ilişki kurun. Sizin kuşağın yapacağı çok iş var. Mobil olarak örgütlenin ve bu harika peyzajınızı koruyun.” dedi. Mimar Sinan’ın yapıtlarının muhteşemliğini örnek vererek, herşeyin çağdaş bilim, teknoloji, yüksek matematikle çözülemeyeceğini, öğenmede uygulamanın, pratiğin önemli olduğunu anlatan Rich, küçümsemek, aşıldı sanmak yerine geçmiş mimari birikimden, yerel mimariden ders çıkarılması gerektiğinin altını çizdi. Rwanda’lılar için en uygun ve sürdürülebilir kentsel yerleşimleri araştırmak ve tasarlamak üzere çalışmalar yürütmüş olan aktivist mimar Rich, çağdaş mimarlığın yerel topluluklar ile yakın işbirliği içerisinde yerel bağlamda sürdürülebilirlik araştırmalarından yola çıkarak yapılması gerektiğini de önemle vurguladı. Biz de kendisine İstanbul’u, Afrika’daki çalışmalarını, sosyal mimari diye tanımladığı mimarlığını sorduk.

Peter Rich neden Afrika’da sürdürülebilir çözümler arayışında?
Yerel topluluklarla yakın işbirliği kurarak, yerel bağlamda sürdürülebilirlik araştırmalarından yola çıkarak, çağdaş mimarlık terminolojisini oluşturmaya çalışıyoruz. 1994 sonrasında, demokratik Güney Afrika’da, kültürel miras konuları çerçevesinde, mimarlık alanında da çok sayıda girişim oldu. Bu girişimler kırsal ve kentsel yerleşim bölgelerinde ekonomik güçlenmeyi ve geçmişte marjinalleştirilen topluluklar için eşitliği hedefleyerek onların da seslerini duyurduğu çalışmalara dönüştü. Uygulama sürecine halkın da katılımını sağlayarak, yere ve yerel kültüre ait malzemelerin ve yapım tekniklerinin kullanılmasına olanak veren projeler geliştirildi. Böylelikle yerel halkı destekleyecek beceriler ve sanatlar açığa çıkmış ve halka iş fırsatları da yaratılmıştı.

Ayrıca, kent-içi yoksul yerleşimlerinin de belgelenmesindeki ana amacı olmuştu. Sahra Çölü’ne ait çağdaş Afrika’da giderek artan kentsel yaşam alanlarının ve süreçlerinin yararları görülmektedir. Ben de, Afrikalılara daha kaliteli ve yaşanılabilir bir çevre sunabilen, kentsel alandaki yoksulluğu yaşam kalitesi ölçütleriyle dönüştürmeyi hedefleyen yerleşim şemalarına dayalı bir planlama yaklaşımı sundum. Sözüne ettiğim bu süreç, aynı zamanda kültürel farklılıklara ve toplulukların farklı ritüellerine de saygı göstermekteydi. Bunun yanı sıra, ilk nesil kullanıcıların, kentsel çevrede yaşamanın olanaklarını benimsemelerini sağlayacak bir “mekan kalitesi” yaratma çabası da hedefledik. Çalışmada, sosyal konut sorununun çözümünü bilgiye dayalı araştırma yöntemiyle ele aldık. Amacımız; programlama, planlama ve tasarım yoluyla, “sürdürülebilir” ve “uygulanabilir” bir üretimi örgütleyebilmekti.

Araştırmayla kırsalın ve kentin birikimini açığa çıkartırken, diğer taraftan da, kentlilerin de ifade ettiği gibi, kırsal alana ait bellek değerlerinin de yeniden üretilmesine fırsat verebildik. Tüm projelerimizin merkezinde “sürdürülebilir meslek pratiği” yaklaşımı yer almaktadır. Bu çerçevede Afrika bağlamında çağdaş sorunları gündeme getirip, gelişmekte olan dünya için “sürdürülebilir teknolojik çözümler” araştırmasını deneyimleyebiliyoruz. Kıyıdan uzak iç bölgelerde ve çevre alanlarda da “yerel malzemelerin kullanımı” ile “sürdürülebilir yapım teknolojisi” araştırmasını bir arada yürütebiliyoruz.

İstanbul’a daha önce geldiniz mi?
2005 yılında Dünya Mimarlık Kongresi UIA için İstanbul’a gelmiştim. Global Stüdyo’nun bir parçası olan bir konferans için İstanbul’daydım. Sosyal mimarinin incelenmesi gibi bir çalışmayı yönetiyorduk. Mimarlar genelde yüzde 4’lük, 5lik zengin kısma odaklanırlar. Bu proje ise Birleşmiş Milletler girişiminin ilk günlerinde oluşmaya başlamıştı. İlk kez bir toplumun kentsel fakir kısmı ele alınıyordu. Ruba Kana’an bu projenin başındaydı. Kendisi şimdi Kolombiya Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürüyor. Bu girişim aslında ilginç bir inceleme oldu, fakat elle tutulur herhangi bir sonuç getirmedi.

Projenin kapsamı neydi?
Hani bu Dünya Miras alanı denilen bölge Balat Bölgesi var ya, oradaki o ahşap evleri ele alarak başladık. Çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bir bölge olduğu için, araştırmaya Kürt kadınlarından başladık ve aileleri ile devam ettik. Temel sorumuz “Bu insanlar burada kalıp yaşamaya devam edecekler mi?, Haliç’e çok yakın bir manzarada oldukları için, bölgeden atılacaklar mı?” üzerine kurguluydu.

Global Stüdyo Sydney, Roma ve Kolombiya Üniversitesi ile birlikte 2004 yılında yenilikçi tasarım, araştırma ve eylem üreterek, Birleşmiş Milletler Milenyum Projesi kapsamında “Yoksul Mahallelerin Yaşamlarının İyileştirilmesi” Programı üzerine çalışmalar yapmıştır. 2005 yılında da bu program çerçevesinde Haliç’i çalıştık. Global Stüdyo’nun bir şehirde geri kalmış durumda olan mahalleleri iyileştirmek gibi olumlu süreçleri, bina, eğitim ve toplulukları güçlendirmek için çalışmaları bir izdüşümüydü.

Çalışmalarınızda sizin yakın durduğunuz taraf hangisi?
Ben her iki dünyada da, yani hem gelişmiş, hem de gelişmemiş olanda da çalışıyorum. Çünkü buna mecburum. Şimdi bir taraftakine insani mimari, öbür taraftakine de reel yani paranın geldiği mimari diyeceksem her iki dünyada da etkili olabilmem lazım. Benim pozisyonum çıktığım yerin bağlamından algılanmalıdır. Orası doğru. Çünkü ben Johannesburg Güney Afrika’da 1960’lı yıllarda bir mimarlık öğrencisi olarak yola çıktım. Bu bir sorgulama dönemiydi. Bu da biraz rahatsız edici oluyordu. Çünkü Johannesburg’da ben de bundan farklı olmayan bir yaşam tarzı içindeydim. Fakat insanların %80’i böyle yaşamıyor.

Dinlerin batı dünyasındaki perspektifi, dünya düzeni vardır ya… Bu beni çok yordu, çünkü onlar bir tek kendilerinin doğru olduğuna inanırlar. Bunun dışında kalan insanlara hiç toleransları yok ve çok da patronluk taslıyorlar. Onun için ben de aktivist oldum. Polise bomba atmak ve politize olmak yerine başka bir takım şeyler yapmayı tercih ettim. İki olay vardı; bir tanesi olimpik bir atlettim ben, dünya altıncıydım, fakat olimpiyatlara gitmemek üzere spor boykotuna destek verdim. Bu kendi adıma bir fedakârlıktı. Anladığım şuydu; benim spor hayatımdan daha büyük meseleler var bu dünyada.

İkincisi de dünyadaki en iyi yüz üniversiteden birisine gidebiliyordum. Bu dünyadaki çok meşhur üniversiteler bize sanat tarihi öğretirken tamamen Avrupa odaklıydılar. Ancak Güney Afrika en iyi kaya sanatına sahip ülke. Güney Afrika’da yerel kültürler var, onların ortaya çıkardığı sanat eserleri inanılmaz fakat yok sayılıyor bu dünya tarafından. Türkiye için de mesajım şu, siz de iki dünyanın arasında bir yerdesiniz, Dünya’nın beklentisi de şu anda şu; o eşsiz durum eşsizliğe ve yaratıcılığa sebebiyet vermeli. Avrupalılar ve Batı Dünyası Türklerin kendi mimarilerinin nasıl kopya ettiklerini görmeye ilgi duymazlar, onlar Türk bir mimari görmek ister.

Türk mimarisinde ilginizi çeken bir proje veya mimar oldu mu?
Uluslararası bir yayın olmadığı için çağdaş Türk mimarisi diye bir şeyin farkında değilim. Buraya geliyorum, Nuri Bilge Ceylan gibi iyi film yapanları biliyorum. İyi film yapan olduğu için iyi sanat yapan vardır diye düşünüyorum.

İstanbul hakkında neler düşünüyorsunuz?
İstanbul’da görüntüler sesler ve yaşamın o kumaşı çok farklı. Hindistan değil bir kere. Bir kere o yedi tane tepe bir de mimari yer şekilleriyle pazarlık yapmış belli. Yani bir arada “bir şey” olmuşlar. Böyle giderken şehir mimarisi de ona uymuş, kendini ona göre ayarlamış. Ben şuna ilgi duyuyorum, Türk olmak ne demek, ne anlama geliyor...

Kendine özgü bir mimarlığın olmamasının sebepleri nelerdir sizce?
Kültür dille başlar ve sizde de değişik dillerin bir zenginliği var. İşimi etkileyen şey değişik kültürdeki insanların o mekanı nasıl algıladıklarını öğrenmek oldu. O bilgiyi Afrikalılar için tasarım yapmada kullandım ve kariyerimi böyle oluşturdum. Ondan sonra Afrika’ya hakikaten girdim. Afrika dünyanın en büyük kapısıymış. Bütün Avrupa, Amerika, Çin hepsini oraya koyun buna rağmen yer kalır Afrika’da. Ne zaman kendi kültürümden farklı insanlarla çalışacak olsam özellikle kendimi onların kültürünü alma sürecine tabi tutarım ve bu tasarıma yaklaşma şeklimi etkilemiştir. Bu kadar yani bu roket bilimi değil.

Afrika’da sürdürülebilirlik çerçevesindeki yaklaşımlarıyla toplumlarını güçlendirme üzerine projeler üretiliyor. Biraz bu projelerden bahseder misiniz?
Afrika kıtasındaki çalışmalarımız, bilgilendirici bir tasarım yönteminin, araştırma ve geliştirme sürecinin ürünü olarak ortaya çıktı. Afrika yerleşimlerinin, ölçekli çizimler ve kabul edilen tasarım ilkeleri yoluyla detaylı olarak tek bir konuttan bir yerleşime, giderek, kent planı ölçeğine kadar ayrıntılı biçimde belgelenmeleri, bilgi üretmeleri kendilerine ait özgün tasarım kurallarını ortaya koymuştur. Projelerimizin uygulanma sürecinde ise, Afrika’da sürdürülebilirlik çerçevesindeki yaklaşımlar ve toplumların güçlendirilmeleri üzerine odaklandık.

Sahra Çölü’ne ait çağdaş Afrika’da giderek artan kentsel yaşam alanlarının ve süreçlerinin yararları görülmektedir. Biz de bu çalışmalarda, kullanıcısına daha kaliteli ve yaşanılabilir bir çevre sunabilen, kentsel alandaki yoksulluğu yaşam kalitesi ölçütleriyle dönüştürmeyi hedefleyen yerleşim şemalarına dayalı bir planlama yaklaşımını tercih ettik. Bunun yanı sıra, ilk nesil kullanıcıların, kentsel çevrede yaşamanın olanaklarını benimsemelerini sağlayacak bir “mekan kalitesi” yaratmayı hedefledik. Çalışmada, sosyal konut sorununun çözümü bilgiye dayalı araştırma yöntemiyle ele aldık. Amacımız programlama, planlama ve tasarım yoluyla, “sürdürülebilir” ve “uygulanabilir” bir üretimi örgütleyebilmektir.

Araştırmayla kırsalın ve kentin birikimi açığa çıkartılırken, diğer taraftan da, kentlilerin de ifade ettikleri gibi, kırsal alana ait bellek değerlerinin de yeniden üretilmesine fırsat vermektedir.

Tüm projelerimizin merkezinde “sürdürülebilir meslek pratiği” yaklaşımı yer alır. Bu çerçevede Afrika bağlamında çağdaş sorunları gündeme getirip, gelişmekte olan dünya için “sürdürülebilir teknolojik çözümler” araştırmasını deneyimleyebiliyoruz. Kıyıdan uzak iç bölgelerde ve çevre alanlarda da “yerel malzemelerin kullanımı” ile “sürdürülebilir yapım teknolojisi” araştırmasını bir arada yürütüyoruz.

Rwanda’da “Light Earth Designs” tasarım ekibiyle birlikte, yerel malzemelerin kullanımının yaygınlaştırılmasında katalizör olma potansiyeline sahip projeler geliştirerek bu alanda bir endüstri kurma sorumluluğunu üstlendik. Böylelikle, gerek yönetimi, gerekse toplumları, “en başarılı uygulama”nın ilkeleriyle buluşturma ve gelecekteki diğer birçok proje için de örnek oluşturma olanağını yaratabildik.

Ahşap kemer tekniğinin kullanılması, yerel halkın uygulamada toprağı kullanması ve el yapımı üretimleri neticesinde, tasarımda şiirsel bir dilin gelişmesini sağladık. Örneğin; 2009 yılında “Dünyada Yılın Binası” ödülünü kazanan Mapungubwe Araştırma Merkezi projemiz de aynı yapım tekniğinin kullanıldığı bir dizi proje arasında yer almaktadır.

Yerelin kullanımı neden bu kadar önemli?
Her yerde, hem inşaat endüstrisi, hem de yerel yetenek ve bir de sıfır karbon izi bırakan şeyler var. Bir toplu konut ihalesine girdik, bundan dolayı başka malzemeleri de araştırıyoruz, örneğin tomruk gibi malzemeler. Benim işimin bir sürü programı, gündemi çeşitliliği var örneğin birçok kültürel miras projesinde çalıştım, bunlara mesela yaşayan kültürlerin ömürlerinde ilk kez bir ses veriyoruz. Yani birden bire o kötü muamele gören Kürtlere bir müze verip, onların seslerini duyurup onlara saygı duyulmasını isteyen bir yer yapmak gibi bir şey.

Daha sonra bir iş daha var, orada evle başlıyoruz evden avluya gidiyoruz, oradan mahalleye oradan köye, oradan kasabaya, oradan sonra yeni bir büyük şehre... bu arada bunlar Afrika’da oluyor burada uğraştığımız şey artan yoğunluk artan yoğunluklarla kaliteli ortamlar tasarlamak. Şu an herkesin kendi evi var ve bazı ülkelerde bunun böyle olması mümkün değil çünkü yeterli yer yok herkes kendine müstakil ev yapamaz. Yani onun için işin meydan okuma kısmı burasıdır. Bunlardan oluşan birçok örneğim var sonra bir iş daha yapıyoruz: “Kentselleşen Dünyada Çocuklar”. Sonra bir şey daha var o da sürdürülebilirlik, bu gelişmekte olan bir ülkenin durumuna anlamlı olan bir takım alternatif teknolojilerin gelişimi.

Sürdürülebilir teknolojik gelişmeler araştırmaları üzerine yoğunlaştığınızı biliyoruz.
Biz sürdürülebilirlik gibi bir laf kullanmayız, çünkü sizin aslında yaptığınız iş bir şeye cevap veriyorsa, sorumluysa zaten sürdürülebilirlik işin içinde vardır. Çoğu köylü toplumunda zaten inşaat metotları tamamen sürdürülebilirdir. Çünkü ne varsa onu alırlar ve onu kullanırlar ve onu öyle bir şeyle de rafine ederler ki o da iyi olur. Köy kültürleri ve tehdit altına girdikleri alan şu: Sürekli bir idame, bir bakım gerektirir. O bakım ihtiyacını giderecek yeni bir teknoloji sunabilirseniz onlara işte o zaman yeni bir katkı yapmış olursunuz. Rwanda mesela bir örnek. 2007 yılında Rwanda’ya gittiğimde arabayla şehir dışına çıktığımız zaman yapılan fayanslar vardı, üst tarafları daha büyüktür, şu anda burada var mesela, bütün damlar öyleymiş çünkü belli ki herkes kendi bacağının üzerinde bir şekilde şekillendirmiş.

Pirinç için atık kısımlarını nasıl kullanabileceğimizi araştırdık. Aynı zamanda hidroelektrik bazı programlarımız var nasıl enerji üretebiliriz diye çünkü orada çok yağmur yağıyor. Hızlı büyüyebilen tomruklar gibi yenilenebilen kaynaklara da ihtiyacımız var ki bunlarla inşaat yapalım. Bu şekilde Kongo’ya gidip harika yağmur ormanlarını kesmezsiniz. Bir de son zamanda şunun farkına vardık: İşimizin çoğu emek yoğunluklu çünkü istihdam yaratıyoruz. Şimdi bir de tabi eğer inşaatlarla çalışıyorsanız, binlerce ev yapacaksanız bunu konvansiyenel yollarla yapamazsınız çünkü çok uzun sürer, çok yavaş ilerler. Şimdi bir Alman bulduk, bir ürün geliştiriyor ve Ruanda’da samanı büyütüyor, 6 cm metre kalınlıkta tahtalar yapan bir Alman fabrikası bulduk o saman ısı altında kompakt bir şekilde sıkıştırılıyor. Ne zehir, ne zamk, ne metal var. Şimdi bu panellerle üç katlı bir yapıyı çok rahat ve hızlı bir şekilde inşa edebiliriz. Şimdi araştırma sürecindeyiz, her ne kadar pratiğimiz, işimiz küçük de olsa hep bir şeyleri yapmanın yeni yollarını araştırırız böylece de insanın kendi içinden çıkan bir inşaat sektörü yaratıyoruz, benim cevabım budur.

Başka işimiz daha var o da: kadının besleme büyütme gücü ve feminel prensipleridir. Kadınlara söz veren Afrika’nın ilk müzesini inşa ediyoruz. Bir de doğal koruma prensibini de işin içerisine dâhil ettik o da bir feminel kural. 1503 yılında altın ticaretinin altından halıyı biliyorsunuz Portekizler çekti aldı. Mesela Avrupa’da Rönesans eserlerini ziyaret edersiniz ya orada kullanılan bütün altınlar Avrupa’ya Afrikalılar tarafından Afrika’dan getirildi. Bunlar altın krallıklarıydı Portekizler işin sonunu getirdi halıyı altlarından çekti ve bu suiistimal aynı şekilde yine devam etti. Yani Afrikalıların katedralleri olmadığı için dünya öyle bir şekilde ikna edildi ki Afrika’nın hiçbir şeyi olmadığına, hiçbir şey bulunmadığına…

2009’da dünyanın en iyi yapısı seçilen Mapungubwe’den bahseder misiniz?
Güney Afrika’da Limpopo ve Shashe nehirleri arasındaki eski bir uygarlığa ait bir arsa üzerinde inşa edildi. Çevresinin kırılgan yapısına dikkat çekmek amacıyla tasarladığımız için, geçen yılın ödülünü kazanan projenin tam tersine bulunduğu alana uyum sağlayan, etkileyici çatı örtüsüyle ve ölçeğiyle dikkat çektiğini düşünüyorum. Çevresindeki peyzaja, yerel malzemesi ve dokusuyla tam uyum sağlayarak, kıvrımlı bir çatı örtüsüne sahiptir.

Bize bu projede genç bir Amerikalı mühendis yardım etti. Mesela New York’ da bir Grant Central Station vardır ya o da o teknolojiyle yapılmış hiçbir çelik yok içinde yüzyıllardır sapa sağlam yerinde duruyor. Mesela o kişi bakmış ki bu güzel binalar da hiç çelik yok öğrencilerini bu teknolojiyi öğreterek yetiştirmiş onlardan bir tanesi benim partnerimdir. MIT inşaat mühendisliği fakültesi bizi destekliyor birde İngilizlerden en iyi mühendislik çözümleri ile ilgili bir ödül aldık. O zamandan sonra, deneysel iş yapmaya karar verdik.

Üzerinde çalıştığınız projeler neler?
Bizi yakından takip eden Prens Charles kendi bahçesinde bir pavyon tasarlamamızı istedi. Geçtiğimiz aylarda bitirdik. Rwanda’da bir Cricket Pavyonu için yeni onayımız çıktı. Rwanda’daki politikacıların tabi ki toprağı kullanmakla ilgili ciddi fikirleri ve çalışmaları var. Çünkü toprak köylülerin en büyük değeridir. Rwanda’nın Başkanı ve Bakanları ile “Ten Downing Street” de David Cameron bizi davet etti. Beraber yemek yedik. Politikacıların bize gün geçtikçe ilgileri artmaya başladı, yani bazen çok politika yapmak, çok oyun oynamak lazım çünkü algıları ancak böyle değiştirebilir, yönetebilirsiniz.

Şimdi sizde kendi kuvvetli insanlarınızı hata yapmasınlar, doğruyu göstersinler diye hükümetteki insanları ikna etmede kullanmalısınız.

Geçtiğimiz günlerde Tanzanya’da bir müze yarışmasını kazandık. Ngorongoro kraterinin doğusunda 3.6 milyon yaşından kalan ayak izleri bulundu. İki ayak üzerinde duran Homonit’lerin yaşadığının kanıtı var orada. İzler ayakta duran bir yaratığın koşarken ki halidir. Bu manada insanlık Afrika’da başladığı için tüm insanlık türünün evrimini gösteren bir müze yapma şansı yakaladık. Bu müze bölgenin kaderini değiştirebilir. Mimari ve toplum içiçe geçtiğinde toplumsal varolma bilinci de gelişebilir. Hiç adını duymadığınız bir şehri, kasabayı, toprağı mimarlık, kültür ve tarih bileşimi ile buluşturup, dünyanın bilinen noktalarından birisi haline getirebilirsiniz. İşte ben de tam bu noktada, bu toprakların bilinmesini ve isminin duyulmasını önemsiyorum.

Bilbao Müzesi de bu kategoriye girer mi?
Herhalde çünkü o da güzel bir bina! Frank Gehry Avrupa’da bir sürü hata yaptı ama Bilbao’yu doğru yaptı. Ama sakın yanlış anlaşılmasın, İstanbul’un böyle bir şeye ihtiyacı yok, çünkü Bilbao hakikaten hiçbir şeyin olmadığı bir yerde varoldu. Bu yüzden sizin böyle bir şeye hiç ihtiyacınız yok, çünkü Bilbao hiçbir şey. Bugünkü bütün mimarlık öğrencilerinin problemi tam da burada keşiyor; şehirlerin orta yerinde, birbirini aşmaya çalışan manyaklık yarışı gibi binaları yapmak. Hepsi de şekille alakalı, herkes bir öncekinden daha manyakça bir şey yapmaya çalışıyor. Ben öğrencilerime şekli, şemalı bırakın, iyi bir iş çıkarmaya çalışın diyorum.

Bilgisayarla üretimin bir çeşit değer kaybı yarattığını mı düşünüyorsunuz?
Evet, öyle düşünüyorum! Bilgisayar faydalı bir enstrüman ama yaratıcı insanların çoğu fikirlerini çizerek ortaya koyuyor. Bilgisayar sizi forma ve görüntü çözümüne çok hızlı götürüyor. Başka şeyleri düşünemiyorsunuz yani. MIT’de bir sempozyuma gittim. Orada diyorlardı ki bilgisayarların sizi düşünmekten alıkoymasına izin vermeyin. 9 yıl sonra İstanbul’a geldiğim zaman gördüğüm şey Auto-Cad maymunlarına yakalanmış olmaları, tuzağa düşmüş olmaları. Dil bilgileri yok ki mimarinin dilini konuşabilsinler. Tabi ki bu işi yaptıran için daha ucuz. Bütün iyi mimarlık fakülteleri çizim ile mimarlık yapmayı öğretir. Mimarlar mesela fikri sadece yazıp başka birine gerekliliklerin ne olduğunu söylermiş, başka birisi teknik çizimleri yaparmış. Yani mimarlar kendileri çizmiyormuş. Şimdi mezun olan bir öğrenciye ne oluyor? Gidip bir şirkette işe giriyor. Tasarımcıysanız sizi tasarım için kullanırlar çünkü teknolojik veya başka bir iş için kullanmalarının bir değeri yoktur. Tasarımınız sizinle hiç konuşmayan başka bir ekibe geçiriliyor. Onlar tasarımı teknik olarak çiziyorlar, ondan sonra ölü doğum oluyor. Çünkü arada sinapsis yok. Sinirlerde olduğu gibi çünkü bir şeyi organik olarak yapıyorsan, geleneksel olarak, bir şeyin üzerinde çok modifikasyon, değişme, konuşmalar, olur. Bu olmadı şunu şurayı değiştireceğiz, bunu böyle adapte edeceğiz ama sonuçta ortaya özünü kaybeden bir şey çıkıyor. Geri dönülüp modelin üzerinde olması gereken doğal tartışmalar olmuyor. Yaptığınız bütün o iyi işler, bütün o Ağa Han Ödüllerinin(altı ödülü var ya) onların hepsi belirli bir bağlamda yanıt vermeye çalışan ve sorumlu olamaya çalışan projelerdi ve ağırlıklı olarak bir Müslüman nüfusun yaşam kalitesini arttırmak için yapılan projelerdi. Tabi bunların çoğu ekonomiyle alakalı şeylerdir. Yani birden bire Müslüman dünyasına bir sürü böyle yeni mezun olmuş bir sürü mimar gidip tasarımcı mimarlık için işe giriyor. Yani insana hizmet verirken ne tip alternatif yollar kullanabileceklerini araştırmaya çalışıyorlar. Aslında bu da yüreklendirici bir şeydir.