Yağmurlu, kasvetli bir Londra sabahına uyandım yine... Haziran ayı olmasına rağmen, yaz mevsimindeyiz demek neredeyse imkansızdı. Üzerime uzun bir yağmurluk giydim. Bu günlerin kurtarıcısı plastik çizmelerimi de ayağıma geçirip düştüm yollara. Sabahın ilk ışıkları, asfalttaki ıslaklıkla buluşarak yansımalar ve ışık kırılmaları için doğal bir atmosfer yaratıyordu. İşte fotoğraf çekmek için günün en iyi saati… Sessiz ve derin!
Yağmurlu, kasvetli bir Londra sabahına uyandım yine... Haziran ayı olmasına rağmen, yaz mevsimindeyiz demek neredeyse imkansızdı. Üzerime uzun bir yağmurluk giydim. Bu günlerin kurtarıcısı plastik çizmelerimi de ayağıma geçirip düştüm yollara. Sabahın ilk ışıkları, asfalttaki ıslaklıkla buluşarak yansımalar ve ışık kırılmaları için doğal bir atmosfer yaratıyordu. İşte fotoğraf çekmek için günün en iyi saati… Sessiz ve derin!
Yalnız sokakları yürüyerek çekmeye devam ettim. Neredeyse bir saat sonra korna sesleri ile karışan kalabalık ve gürültü gelmeden daha çok fotoğraf çekmeliyim diye telaşlandım. Günün en sevdiğim saatiydi. Renzo Piano’nun cephesini rengarenk seramiklerle kapladığı St. Giles binalarına arkamı dönerek, hiç girmediğim bir sokağa yöneldim. Yağmur sağanağa dönmüştü. Açık bir kafe bulabilir miyim diye düşünürken, uzun bir kuyruk karşıladı beni sokağın ortasında. Yaklaşık yirmi kişi kuyrukta ne bekliyordu dersiniz! Sadece kahve… Bir kahve içmek için neden bu kadar kuyruk bekler ki insan diye düşünmeden edemedim ve tabi ki meraktan o kuyruğun son parçası olarak yerimi aldım. Yağmura rağmen, yaklaşık yirmi dakika kahve içmeyi deneyimlemek için bekledim. Biz pazarlamacılar bu konuya deneyim olarak bakarız. Etrafta ünlü zincir kahvecilerin varlığını görmezden gelerek, dakikalarca neden bu kahve kuyruğunda beklersiniz? İşte cevabı bu deneyimi yaşamak… Londra’nın en güzel sokaklarından birinde, karşısında 1800’lerden kalma bir yapı, otel olarak renove edilmiş halde, görkemle kafeye bakıyordu. Koyu lacivert boyanmış ahşap çerçeve ile vitrini kaplanmış, küçük bir cephesi vardı. Vitrinde demleme filtre kahve yapılan özel aletleri ile bir kafenin vitrini ancak bu kadar özenle içerideki üretimi teşhir edebilirdi. Dükkanda arı gibi gençler çalışıyordu. Kahve ile beraber taze kurabiye ve kruvasandan başka, küçücük toplar halinde ev yapımı çikolatalar satılıyordu tezgahta. Taze olarak yapılan kahveyi sipariş etmeden önce sorduğunuz tüm sorulara sabırla ve içtenlikle, büyük bir tutku ile hazırlayan “barista”ları hayranlıkla izledim. Kafe; ona yakın ülkeden getirdikleri ve yerel kalkınmaya destek olduklarına dair bir bilgi notu ile duvarda renk kodlarına ayırdıkları kahvelerden oluşan basit bir dekorasyondan ibaretti. İnce ve uzun, yaklaşık beş altı metrekarelik bir yerdi. Bu denli basit, bu denli minimalist bir iç mimari ile, mekânsal kurgu güzelleşebiliyormuş demek ki diye içimden geçirdim. İçerideki kahve kokusu bağımlılık yapacak düzeyde çekiciydi ve yıllar sonra bile hala başımı döndürdüğünü hatırlayabiliyorum. Hatta dünyanın en iyi çekirdek kahvelerini getirdiklerini iddia edebilirim ama ispatlayamam. Kokusu, dokusu, çalışanı, detaylarda saklı titizliklerini hissettikçe, kuyruğun nedeni daha iyi anlaşılıyordu.
Kahvemi sipariş ettikten sonra hazır olması için beş dakika daha bekledim. Artık kokusuna aşık olduğum bu kahvenin tadını almak için sabırsızlanmaya başlamıştım. Özenle ve keyifle hazırlandığına şahit olduğum Cafe Latte’mi ve sıcak kruvasan’ımı alarak kafeden çıktım. Sıcak ve rahat bir kafede oturmayı hayal ettiğim bu yağmurlu havada, elimde kağıt bardakla sokakta kalakaldım. Kafenin önünde ahşap bir bank gibi tanımlayabileceğim oturgaç vardı. Oturgaç diyorum çünkü yirmi santimetre kalınlığında bir kütük parçasını raf gibi vitrinin önüne çakmışlardı. Kahvemin tadını keyifle almak için, iki üç kişinin oturduğu o oturgaça ben de ilişiverdim. Kahvemden aldığım o tadı hayatımın sonuna kadar unutacağımı hiç sanmıyorum. Benim gibi kahve ve çay içmeyen birini Monmouth maalesef bir bağımlı yaptı. O gün Covent Garden’da biraz dolandıktan sonra tekrar döndüm bir kahve daha içtim. Londra’da kaldığım her gün en az iki kere uğradığım o kafeyi bir gün İstanbul’da açmanın hayalini kurdum. 1978 yılında açılan bu kafenin sahibine kahvenin benim için nasıl tutku haline geldiğini anlatan bir mektup yazarak, Monmouth’un isim hakkını ve kahvelerini istedim. Bebek’te yerimi bulmuştum bile. Birkaç gün sonra kafenin sahibesinden uzun bir mektup aldım…